Sayfalar

6 Mart 2011 Pazar

ateş

ateşin vardı. gerçekten hastaydın.
kaka bir şey yemiştin.
yatıyordun orada çaresiz ve biraz da delirmiş
ateşten. amerika'yı istiyordun
ve ilaç dolaplarını onun, ağlayarak. oradan oraya dönüyordun
bir ispanyol kalyonu kadar büyük, kıpırdatılamaz karyolada,
o panjurları kapalı ispanyol evinde,
dışarıdaki güneş çarpmış aydınlığın tahtaların arasından
baktığı, 
bir mezara bakar gibi. 'yardım et bana,' diye fısıldıyordun,
'yardım et bana.'

kendinde değildin. düşünde tırmandığını görüyor
kuyunun ağzını çeviren duvara ve uyanınca tırmanmak
istiyordun
kuyunun ağzını çeviren duvara, ulaşmak için o açık,
kestirme yoldan serinliğine suyun,
serinliğine o uzun, karanlık deliğin, en iyi yer olan
yanıp tutuşan karmaşandan
ve kaptığın yabancı mikroptan kurtulmak için. haykırıyordun
emin olduğunu
öleceğinden.
fır dönüyordum çevrende.
hastabakıcındım. iyi yaptığımı düşünüyordum bu işi.
seviyordum bu önemli rolün içerdeği krizi.
her şeyin artık gerçek olduğunu duyuyordum. birden annem
tanıdık bir ses gibi uyandı içimde.
kesin bir bilgiyle ulaştı bana. koca bir tencere çorba pişirdim.
havuç, domates, biber, soğan,
içinde türlü renklerin kaynaştığı, dumanı tüten bir iksir. bir
savak
olman gerekiyordu artık, saf c vitamininin geçeceği
bir su yolu. yeminle söyledim sana
voltaire'i vebadan kurtardığını bunun.
seni bu ağır ağır kaynayan özsularla doldurup
içini yıkamam gerekiyordu.
kaşık kaşık akıttım
bir kuş yavrusunun gagası gibi açılmış çaresiz ağzına usulca,
ustaca, sabırla her saat başı.
sildim gözyaşlarının mahvettiği yüzünü, o bitkin yüzünü
keder ve kendini bırakışın gevşettiği.
gene verdim kaşık kaşık ve sen de hayatın kendisiymiş gibi
yuttun verdiklerimi,
'ölüyorum,' diye hıçkırarak.
ağzındakileri yutmanı beklemek
için her durduğumda baktım
göstergelerine. feryadın öyle bir itmişti ki ibreleri
felaket belirtisi olan o kırmızı bölgeye
daha kötü bir şeye doğru gidecek yer kalmamıştı. düşündüm,
ne kadar hasta gerçekten? abartıyor mu? diye.
ve geri çekildim biraz,
denge olması için, simetri olması için,
kuşkucu bir sabrın içine çekildim biraz.
dayanılabilir bir şeyse bu kadar abartılması gerekli miydi?
'bırak canım,' diye yatıştırdım. 'o kadar korkma.
alt tarafı mikrop kapmışsın. büyütme işi.'

'kurtlar geliyor diye bağırma o yalancı çoban gibi,'
demekteydim gerçekte.
başka düşünceler, ürpertici tanıdık düşünceler
geldiler gerili cambaz ipini geçip: 'kurtlar geliyor diye
bağırma.
yoksa anlayamam, duymam
işler gerçekten kötüye gittiğinde.'
kolay görünmüştü
böyle düşüncelerin böylesine erken gelmelerini izlemek
bol bol vakit vardı düşünmek için: 'ağlıyor,
sanki en olanaksızı
olmuş gibi en kötü şeylerin-
çoktan olmuş ve sürüyormuş
ve hâlâ oluyormuş ve bütün dünya 
geç kalmış gibi yardım etmek için' diye. ve sonra o kör
düşünce,
kutup buzlarının altındaki canlıları koruyan uyuşma
ve bunalmış doktorları rahatlatan
nasırlaşmayla ilgili. ve o kıvrılıp bükülen düşünce,
iklimlerin bindirdiği aşırı yükle, her şeyi örten o beyazlıkla
ilgili,
şaşkın planaryaları donup kalmaya
ve top olup ölmeye iten.

aşırı bir yük binmişti üstüne. bir şey söylemedim.
bir şey söylemedim. taş adam çorba yaptı.
yanan kadın da içti onu.

ted hughes

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder