Sayfalar

20 Şubat 2011 Pazar

Ben Sakin Bir İnsanım


Sevgili Yağmur, üretken bir kız. Sürekli bir şeyler yapmak için çabalıyor. Belirli dönemleri var. Onu ilk tanıdığımda boncuktan takı yapmayı çok seviyordu. Sonra bir ara örgü dönemi oldu. Evde herkese atkı ördü. Şimdi de boncuktan sehpa örtüsü yapıyor. Siyah kum boncukları ve iğnesiyle kıvrıldığı yerde kalıyor. Paslı iğneden parmağı şişiyor, iğne dudağına batıyor, ip kopuyor, acılar yaşanıyor. Ah uh sesleri arasında ciddi motifler ortaya çıkıyor, onlar birleşiyor, örtü oluyor, azimle çeyiz hazırlanıyor. Benim çeyizim kitaplarım, ayraçlarım, ajandalarım, öğrenebildiğim yemeklerim (çaba, çaba!), öykücüklerim (çocuklarım), kalemim mi olacak desem, "heh"leyen bi cümle mi kurmuş olurum? Kalemini elinden bırakma. Yaz. Yaz. Yaz. İğneni elinden bırakma. Boncukları diz. Sırayla ve sabırla. Diz. Diz. Diz.

Her neyse bunları niye yazıyorum acaba? Aslında şunu yazacaktım. Sakin bir insanım ben. Bugün Yağmur'un kum boncukları dağılınca onları sakin sakin toplamaya başladığımı fark ettim. Sırayla. Teker teker. Sonra babam geldi. Öyle olmaz ki dedi. Bütün boncukları elinin kenarıyla bir yerde topladı. Siyah kar tanelerini andıran boncuklar halının ortasında bir öbek oluşturdu. Kolayca toplandı.

Sonra kek yaptık. Kitabım duruyor. İçeride film izliyor herkes şimdi. Çağırıyorlar. Kitabım duruyor. Yatağın ortasında kocaman dört kenarı olan bir dünya gibi. Ben içeri gideceğim film izleyeceğim. Beynimi boşaltacağım. Beynimi boşaltacağım.

Sakin.

18 Şubat 2011 Cuma

Birinci Ses


Sakinim ben. Dinginim. Korkunç bir fırtınadan önceki
dinginlik bu:
Rüzgarın gezintisinden önceki sarı an, yaprakların
Ellerini, sarı benizlerini açtıkları sarı an.
Öyle dingin ki burası.
Çarşaflar, yüzler beyaz ve saatler gibi durmuş.
Geri çekilip düzleşiyor sesler.
Yassılıp rüzgarı kesmek için 
Parşömen perdelere dönüşüyor hiyeroglifleri.
Gizler resmediyor, Arapça, Çince!

Dilsiz bir esmerim. Çatlamaya hazır bir tohumum.
Esmerlik ölü yarım benim ve iç karartıcı:
Ne daha çok olmayı istiyor, ne de daha farklı.
Maviler giydiriyor alacakaranlık şimdi bana, tıpkı bir 
Meryem gibi.
Ey uzaklığın ve unutkanlığın rengi!-
Ne zaman gelecek, Zamanın parçalanacağı 
Ve sonsuzluğun zamanı yutacağı, 
beni tümüyle yutacağı o an?

Kendi kendimle konuşuyorum, yalnızca kendimle,
tek başıma-
Dezenfekte edicilerle tertemiz, pırıl pırıl, kurban gibi.
Gözkapaklarımı ağırlaştırıyor bekleyiş. Uyku gibi, büyük
Bir deniz gibi uzanıyor. Uzak, uzakta, 
duyumsuyorum ilk dalganın
Bana doğru sürükleyişini acının yükünü,
karşı konulmaz bir gelgit gibi.
Ve ben, bu beyaz sahilde denizkabuğu gibi 
yankılanan ben
Yüz yüzeyim korkunç öğeyi tümüyle yutan seslerle.

Sylvia Plath


15 Şubat 2011 Salı

öyle bir insan


şimdi bizim derslerimiz seçiliyor. bir arkadaşımız var. iki arkadaşına da iyilik yapıyor. çünkü o iyi biri. aslında pek iyi değildir her zaman. bakışlarıyla özellikle insanları yok eder. melek görünümlü de değildir. sözü nettir. ağzındakini gevelemeden sana söyler. empati gücü çok yüksektir. bu yüzden karşısındakinin enerjisini (!) karşısındakinden önce anlayıp ona göre nasıl davranacağına, ne diyeceğine karar verir. zekidir. şefkatlidir. iyidir. insandır. ama bunlar onu melek yapmaz. çok iyi bir insan diyemeyiz ona. gereksiz duygusallıkları yoktur çünkü. belki de en çok bu yüzden onu önemseriz.

beynini sever. zekayı sever. kalbini kimse görmeden sever. bu yüzden yücedir (!) onu tanıyanlar için. ilk başta çok soğuk görünür. sevmediği ortamda çok konuşmaz ve bulunduğu yere tahammül edemiyorsa bunu gösterir veya zaten o insanlarla bir daha aynı ortamda bulunmaz. sabırlıdır. insanları dinler onları idare etmeyi sever. uç noktalarda bulunmaz. düşüncelerinde uçurumlarda gezinmez. terazidir. terazi gibi işler. iki kefeyi eşit şekilde ölçmeye çalışır. zıtlıklara da eşit şekilde yaklaşmaya çalışır. karşısındakine ne kadar yakın olursa olsun haklı ya da haksızı iyi ayırt eder. çünkü insanların durumlara göre davranışlarını ve kendilerini haklı çıkarma isteklerini, kendi akıl terazisinde iyice tartarak yorumlamaya çalışır. samimidir. yapmacıklıktan eser yoktur yüzünde ve sözlerinde. kendiyle problemi olmayan insan onunla anlaşır. aslında çoğu insan onunla anlaşır.

insanları eleştirir. herkesi eleştirir. kendini de eleştirir. sonra ne eksik ne tam karar verilir. insan psikolojisinden anlar. çok iyi anlar. özellikle pis kötü bir huyu yoktur. sinir olabilecek zamanlarda ona çok sinirsin dersin, o da evet öyleyim der. sonra geçer.

dediği bir şey olur. kesin derse olur. onu hissettiyse olur. rüyasında gördüyse de olur. dediğim gibi, bir kişi yerine, çok tanımasa bile yüzünden, ifadelerinden ve birkaç sözünden, onu tanımış gibi, kendini onun yerine koyabilir. ve bu o kişinin kararı kadar onun söylediklerinde etkilidir. hele tanıdığı insanları bir saniyelik göz açıp kapaması, göz kısmasından bile anlamaya çalışır. tam anlamasa da bir şey olduğunu anlar.

ailesine çok düşkündür. aile onun için çok önemlidir. anne baba.

komiktir. komik. yorumları, ciddi bir şekilde yaptığı zeka cümlelerinin içindeki kişisel anlatımı insanları gülmekten gebertebilir. tanıdıklarına karşı "yapmam etmem"leri vardır. önce "yapmam etmem" diyen sonra "yapan eden" cinstendir. itirazın arkasından gelen bir kabul ediş vardır. ama bunu önemsiz konularda kullanır. ciddi ve net konularda kabul edişi kolay değişmez. karar vermekte zorlanır ama karar verdikten sonra kararından öyle hemen dönmez. karar verirken de önem verdiği insanlardan fikir almayı sever. kendi yaptığının ne olduğunun, başarılı veya başarısızlığının bilincindedir. bu yüzden başkasına yapabildiğini kendine de yapar: kendine dışarıdan bakmayı bilir. hayattan beklentileri vardır amaçsız değildir ancak her şeyin zamanını bekler. zamanı gelince bir şeylerin kendiliğinden gelişeceğine inanır. insanlarla ve kendiyle problemi yoktur. sabır ve suküt içinde yaşantısına şükreder. annesi babası arkadaşları ve anılbebüşcan.com'la mutludur.

okulu sevmez. nefret eder ama sorumluluklarının bilincindedir. has bir inek olmadığı gibi tembel ve umursamaz da değildir. kendi kendine işkence çektirip derslere çalışmamak için bütün kaçış yollarını arar. ama sonunda çalışır. bir ineğin derslere olan hayranlığı ve öneminden uzak, ders notlarını eleştirel ve üstten bakan bir şekilde kabul eder.

teması sevmez. hayvanları sevmez. tutarsızlıkları sevmez. kolay beğenmez. kolaya kaçmaz. insanın insan beyniyle davranmasını ister. çözmeyi sever. gizemi sever.

genel hali sakin ve soğuk görünür. içinde heyecanlansa da belli etmez. onu tanıyan duruma göre onun ne hissettiğini anlar. hislerini belli etmez. kendini dinletir. önemli konularda boş ve gereksiz noktalara takılıp konuyu geçiştirmez. ince noktaları bulup yakalamak sorgulamak çözmek ister.

o paşadır. öyle bir insandır.

iyi dosttur.

14 Şubat 2011 Pazartesi

the son's room / oğul odası


the son's room. ruhum dinlendi. acıdı. uykuda bir rüyada. bir aile var. öyle güzel yaşıyorlar ki. huzurlu ve mutlu bir hayat bu. sakin ve birbirlerine karşı sevgi dolu. bir kaza oluyor sonra. oğullarını kaybediyorlar. bir ölümün arkasından yapılacak ne kadar çılgınlık varsa -ağlama bağırma patlama vurma dökme üzüntü sorgulama kaybediş, bunlardan uzak. düzeyli ve kabul edilebilir bir acıyı yaşıyorlar. kız, annesiyle birlikte kıyafet bakarken deneme kabininde ağlıyor, psikolog baba her şeye rağmen dertsizlikten dertlenmiş hastalarını dinlemeye çalışıyor -oğluyla koşuya gideceği bir pazar sabahı, bir hastasının onu evine çağırması üzerine kader oyun oynuyor hepsine. baba, hastasının evine gidiyor. oğluyla koşuya gidemiyor ve oğlu da arkadaşlarıyla denize açılıyor. ve son. arkasından gelen suçluluk duygusu: ama cevaplar her zaman açıkça ortada: "sahip, eve hırsız gireceğini bilse ona izin vermez."

ve filmden bana kalan harika bir şarkı. bir hediye. 
dinlendirici. 
film gibi. durgun bir yalnızlık. içinde portakal rengi güneş kadar büyük ve parlak. gözle görülmeyecek kadar uzak. en iyi tarafı: kabul edilebilir bir yanılsama olmadığının farkında oluş. insanın kendi benliğini kontrol edebilmesi -hiç değilse buna çalışmaya çalışması, bilinçli bir acı. 
parmakların bile güçsüz. yazamaz durumda.

sadece bir isim. yönetmen senarist oyuncu: nanni moretti

işte şarkım:

Brian Eno-By This River

here we are 
stuck by this river 
you and I 
underneath the sky that's ever falling down, down, down 
ever falling down 
through the day 
as if on an ocean 
waiting here 
always failing to remember why we came, came, came 
I wonder why we came 

you talk to me 
as if from a distance 
and I reply 
with impressions chosen from another time, time, time 
from another time 
***
buradayız
bu sıkışmış nehirde
sen ve ben
daima bu aşağı düşen gökyüzünün altında
daima aşağı düşen
güne doğru
okyanustaymış gibi
burada bekle
her zaman niye geldiğinin hatırlamamanın kaybı
merak ederim niye geldik

benimle konuş
uzaktaymışım gibi
ve ben cevaplayayım
başka zamandan mükemmel seçilenle
başka bir zamandan



13 Şubat 2011 Pazar

yarım bir şiir-mektup (lili'ciğim)

"...Atmayacağım
bir boşluğa kendimi,
zehir içmeyeceğim.
Ve dayayıp
şakağıma namluyu
çekmeyeceğim tetiği.
Ağzı hiçbir bıçağın
bakışların kadar senin
kesemez beni.
Yarın unutacaksın
seni taçlandırdığımı,
ve yakıp tükettiğimi
çiçeklenmiş bir ruhu
aşkla.
Ve uçarı günlerin fırtınalı karnavalı
dağıtacak
sayfalarını kitaplarımın.
Sözlerimin kurumuş yaprakları mı
durduracak seni
çırpınan soluğuyla.
Bırak hiç değilse
son bir sevgi dalgası sereyim
beni bırakıp giden adımlarının altına."

vladimir mayakovski

kendimi onlarla kurtaracağım.

11 Şubat 2011 Cuma

çukur


mübarek gitti. bir halkın ayaklanışı ses getirdi.
mübarek gitti.

ben de kadıköy'e gittim. kitap aldım. sylvia plath'in günceleri'ni buldum. faulkner'in ağustos ışığı'nı da aldım.

büşra'yla konuştuk. boşuna konuştuk. son biliniyor. son. pes etmeyen mısır halkı bile biliyor son'u. ben niye konuşuyorsam?

hissettiklerim ve konuştuklarım bir şey getirmiyor bana. ellerime bakıyorum. küçük ve boş.
gelecekte ne olacağını bilmiyorum. sevdiklerime ve kendime rağmen. koca bir çukurun içinde kaybolmuş anılarını bulma çabasında güneşten yararlanmaya çalışan küçük, sevimsiz bir çocuk. başka kimse yok. diğerleri hayal.
oysa bu dünyaya katacağın veya bu dünyadan eksilteceğin hiçbir şey olamaz. sen ne yapabilirsin ki? senin kibrin kendine mi, neye, kime?

sadece iyi dilekler. küçük ve sevimsiz bir çocuğun küçük ve sevimsiz dilekleri. ne kadar iyi ve samimi olabilirse o kadar. ve yaşanacak olana istekle mümkün olan geleceğin imkansızlığı kadar samimi.

ol. oldun. olma. olmadın.

layık olamadığın için üzgünsün.

10 Şubat 2011 Perşembe

o artık yerinde


kazım amca öldü.

4. kattan cenaze arabasına baktım.

sonra tuba'yla ataşehir'e gittik. staj belgesini aldı. 

sonra o dünyanın bir ucundan geri dönmeyi başarabildik. 

hep konuştuk. onun hep karnı ağrıdı. benim de. yaşama sevinci sıfırdı. benim de.

sonra hep yürüdüm. boğaz köprüsünün ışıkları yandı; sarı, kırmızı, mavi, mor... yüzüm üşüdü. deniz kabardı. nokta nokta ışıklardı şehir. beyaz köpükler gökyüzüne doğru yükselince silindi şehir. bembeyaz köpük oldu karanlık şehir. ben de kalktım oturduğum yerden. hep yürüdüm.

kazım amca'nın evinin önü ayakkabı doluydu. akşam annemle biraz bakmaya gittik. ipek diye 6 yaşlarında bir kız. kazım amca'nın kızının torunu. kara gözleri vardı. uzun kirpikleri.
diğer çocuklar:
ben birim sen ikisin.

ablam iş yerinden bana "as" getirmiş. yağmur'ların iş yerinde de varmış. her akşam biri getirecek. ben de mutlu olacağım.

bu sefer bizim evde akşam oldu. karanlık her taraf.

kazım amca öldü. gelinin dediği gibi: babam bu akşam yerinde.

uyku. sevgili uyku. benim yerim sensin.  

9 Şubat 2011 Çarşamba

Vladimir Vladimiroviç Mayakovski


Herkes ve Her şey İçin

Hayır. 
Olamaz.
Sevgilim, sen de mi kızdın bana?
Niçin?
Bak
geldim,
çiçek de getirdim,
ama, ama... asla bir kötülük
yapmadım sana!

Solgun bir yüzle,
düştüm kaldım sendeleyerek.
Sokak döndü durdu çevremde.
Duydum kesik kesik fren seslerini.
Esiyor rüzgar
acıtıyordu yanaklarımı.
Bu denli kargaşa hiç olmamıştı.

Başkentin karmaşasında
baktım çevreme
çok sert bir yüzle.
Hüzünlü,
sanki ölüm döşeğindeydim.
Yüreğim de yitik bu arada.

Bir kötülük yapmıyorsun bana,
ama
ilgilenmiyorsun da benimle.
Artık
hiç umurunda değilim.

Aşk!
Sen vardın usumda hep.
Yeter!
Bitirin bu aptalca oyunu.
İsterseniz
eleştirin beni,
en görkemli
serseriyim ben.

Anımsar mısın?
Sırtındaki haçın altında iki büklümken
bir anlığına durdu İsa.
Onu izleyen kalabalık
bağırdı o anda gülerek:
'Yürüsene, aptal! ' dediler.

Doğru!
Acımasızsın.
En zorlu gününde
bağırırsın bir zavallıya.
Rahat vermez, kargışlarsın onu.
Ama biz hazırız zaten
buna.

Durumlar işte böyle!

Ant içerim ki dürüst olacağım,
bir kız verin bana.
Genç
güzel bir şey olsun.
Hiçbir kötülük etmeyeceğim,
yalnızca saflığını bozacağım onun
iğneleyici sözlerimle.

Göze göz! Dişe diş!

Hiç aralıksız
düşündüm binlerce kez öç almayı.
Korkutun
isterseniz beni.
Suçlu ortada zaten
değil mi?

Göze göz! Dişe diş!

Öldürün
gömün beni.
Kurtulurum oradan,
yaparım elimden geleni.
Ama
bir köpek gibi,
geleceğim arkanızdan sizin,
saldıracağım size hep!

Geceleyin birden uyanaksın.
Çünkü gürleyeceğim bet sesimle.
Hiç rahat yüzü de
vermiyorsun bana.
Kalmadı farkım
bir tutsaktan.
Ama güçlüyüm yine de ben!

Boynuzları tellere takılmış
bir geyik gibiyim.
Gözlerim kan çanağına dönmüş.
Bir zavallı da olsam
dikileceğim bütün gücümle
göstereceğim herkese yüzümü.

İnsan kaçamaz!
Pis,
pişman bir durumda.
Gerekirse yatar soğuk taşlarda.
Ben de çizeceğim bir dinsizin resmini
Çar'ın kapısına.

Kuruyun ırmaklar, dindiremesin Çar susuzluğunu.
Onu ilençleyin!
Güneş, ışığını harcama onun için boşuna!
Binlerce yoldaşım
dışlansın alanlarda!
Ve en sonunda geldiğinde o
çağların ötesinden
üşüyerek,
anlayacak son günlerini tükettiğini.
Haydutları, kıyıcıları
kurtaramayacak onu.

Gün doğuyor.
Açıldıkça açılıyor gökyüzü,
yutuyor geceyi
yavaş yavaş.
Pencereler ışıl ışıl
tavalar sımsıcak.
Dökülüyor güneş kentin üzerine.

Ey kutsal öç!
Önderlik et bana
çok güçlüsün
yaşıyorsun dizelerimde.
Benim bu yüreğim,
söyleyecek sana her şeyi
tıka basa dolu o.

Geleceğin insanları!
Nasılsınız?
Tanımalıyım sizi.
Buradayım,
bütün acılarımla.
Yaralarım sızlıyor...
Size bırakacağım her şeyimi
o mutlu ülkümü.

(1916)
 
(Volodya)

nilgün marmara


"uyuşukluğun ortasındayım, ta içindeyim. Yapmam gerekenlerin farkındayım, ki bu gerekliliklerin tümünü ince ince düşündüm ve bir sonuca ulaştım, en azından öyle zannediyorum, bu sonuçlarında sürekliliği ayrı bir acı kaynağı benim için, fakat kesin olarak bunları yapamamaya mahkum durumdayım. Bir şeyler yapmalıyım, yapmayınca hep bir şeyler düşünme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorum ve düşünmek bozuyor tüm çabalarımla kurduğum, yarattığım; gecelerimi, sayısız nefeslerimi verdiğim denge'mi. Bozulan dengemle birlikte çıktığım, sürüklendiğim yolculuklar sonundaysa, ayrıca bu yolculuklarda ruhumda açılan yaralar, göğsümde patlayan çığlıklar... korkunç!, hiçbir olumlu kazanım elde edemeden öylece kalıyorum, evet kalıveriyorum. Düşünmekse her geçen gün daha fazla tehdit ediyor sağlığımı; zamanın derinliğini, aslında her hareketin aynı noktaya vardığını, tüm bunların boşuna bir çabadan ibaret olduğunu düşünmek zorunda kalıyorum. Hangi hareketten ne bekliyorum? Hareketle hareketsizlik arasındaki tek fark şu anları yaşamamak olmalı. Hareketsizliğe mahkum olanların ruhsal uyuşukluğu..."

8 Şubat 2011 Salı

çöreklerim ve son on beş dakika'da söyleşi


şimdi önümde küçük not defterim ve ayşe'nin hediye ettiği mini boy tiydem yayıncılık "parmak sözlük" osmanlıca türkçe sözlüğü var.

akşam üstü yazarlar birliği'nde (sultanahmet, simit köşkü karşısı) fatma karabıyık barbarosoğlu'nun programı vardı. gitmeyecektim önce. annemle öğlen dışarı çıkmıştık, alışveriş yapmış bana geleceğe dönük bordo ince bir penye almıştık. eve gelince arzu ablalardan aldığım tarifle tuzlu çörek ve tahinli kurabiye yaptım. bir yandan akşam programa gidip gitmeyeceğimi düşünüyordum. canım fevkalade bir şekilde kitap okumak istiyor bugünlerde. bu yüzden kurabiyelerden sonra karın ağrımı dindirip kitap okumaya devam edebilirdim. ama ayşe erkenden yazarlar birliği'ne gitmişti. onun mesajlarıyla gidip gitmemek arasında kalıyordum, yağlı ellerim ve unlu yeni bordo penyemle.
mutfaktan çıkınca tam bir saniye düşündüm, gitmeye karar verdim. biraz geç kaldım ama yetiştim. fatma ablayı seviyorum. fatma abla diyorum çünkü, fatma barbarosoğlu'nun yeri başka. her kitabını okumadım ama televizyon programlarında konuşmalarından da onun "şapkasız harfler"e alerjisi olmadığını anlayabilirsiniz.

fatma barbarosoğlu yazmaktan bahsetti. gazete yazarlığının onun için bir egzersiz ve aynı zamanda kurtuluş olduğunu belirtti. kurtuluş, çünkü gazete yazısı yazıyorum dediğinde mesela ütü, yemek gibi işler bekleyebiliyor.
"Gazete yazarlığı yazıya karşı insanın egzersiz yapması gibi bir şey. Gazeteyi bırakırsam edebi metin yazmayı da bırakırım... Yarın benim yazı günüm. Gazete yazısı yazdıktan sonra gazete yazısı yazma numarası yapmak zorundayım..." Ahmet Hamdi Tanpınar ona yardım etti yorumunda.

son kitabını, son on beş dakika, bir sabah vaktinde bir caddede birbirine sarılarak yürüyen ikisi de kot pantolonlu ve beyaz gömlekli gördüğü iki gençten etkilenerek yazmaya başladığını söyledi fatma barbarosoğlu. bu gördüğü iki gencin son davranışları, hikayenin başlamasına neden oluyor aslında. "hikayeler sondan geriye doğru yazılıyor." sonu, başını doğuruyor yeniden. her zaman bu böyle.

fatma barbarosoğlu, her şeye çok şaşırırmış. kendiliğinden merak ve gözlem. bunlar önemli. insan çıkıp özellikle ben şimdi bir şeyler gözleyeyim diyemez!

sonra bakıyorum. yazmak mı yaşamak mı diyor biri. hangisi. nefesimi tutuyorum. fatma barbarosoğlu yaşamak diyor. yaşasaydım yazmazdım diyor, başka bir röportajda söylediği gibi. içim burkuluyor. bir kadın yazmanın özelliğinden, herkese nasip olmadığından bahsediyor. fatma barbarosoğlu'nun sıra arkadaşıymış. yaşamak diyoruz ama, yaşamak.

"zarifoğlu hangi yemekleri severdi? özellikle sevdiği bir yemek var mıydı?"
bu soruyu hatırladım şimdi. eşi, ona cahit abi diye hitap eden, biz de öyle diyoruz ya, işte o "canımm"ları ağzından eksik etmeyen insan, "bir şey seçmezdi, her şeyi yerdi." diyor cevap olarak. benim aklıma bir bölüm geliyor yaşamak'tan. tam hatırlayamıyorum elbette şu cümleleri: "Şimdi açım. Açlığa ve yürümeye dayanıyorum. Günahtır belki söylemesi ama açlıktan tat almaya veya ona aldırmamaya başladım. Bu arada artık yürümek lazım. İstanbul büyüktür."
ben bakıyorum öylece. ağlama isteğim çoğalıyor birden. soru sahibine ifadesizce bakıyorum.

yaşamaktan geldi söz. yaşayabilmekten. o yüzden anımsadım ben bunu. yaşayabilmek ve bunu yazabilmek çok zor. ikisinin bir arada olması.

ben kitaplarından medyasenfoni'yi çok severek okumuştum. mide bulandırıcı medya. ve hatırladığım muzip bir dil. senin hikâyen, iki kere okuduğum öykü kitabı. eski basımını ve yeni basımını. niye böyle bir şey yaptığımı bilmiyorum. sonra uzak ülke vardı. henüz okumadım. bir hafta içinde okumak zorundayım. kitap teslimatını yapabilmek için.

fatma barbarosoğlu'nun programın sonlarına doğru söylediği bir sözle yazıyı bitiriyorum. fazla bile yazdım:

"sanat icraat edebilmek için zaman satın almak şart."

-niye fotoğraf çekmedim ki :(

ziyaret


cahit zarifoğlu'nun evine gittik. kitaplığını gördüm. gözlüğünü gördüm. eşi, kızı, oğlu, torunu.
giderken de dönerken de ağlamaklı bir hal vardı üzerimde. bir ara sanırım ağladım. galiba otobüste. nedenini bilmiyordum hala bilmiyorum. sonra geç kaldım sandım. vapur tam yanaşmadan iskeleye atladım. görevli dikkatli olun dedi. ben koştum üsküdar çeşmesi'ne doğru. boşuna bir koşu. yarım saat beklendi, ondan sonra servisle erenköy'e gidildi.

çok boş. çok saçma. öylesine güldüm. hala ağlıyordum. otobüste güldüm. evde de gülecektim. ara sıra.

sonra bir anne bir eş anlattı anılarını. dedi ki, yazacaktın da niye evlendin o zaman, 20 yaşındaydı anlamıyordu cahit'i. o zaman anlamıyordu.

sonra zayıf kara bir çocuk. önceden de gördüm. şaşırmıyorum. o babasının oğlu. konuşmuyor hiç konuşmuyor. ben gülerken arada yanımdaki kıza, bir gürültü kalabalık olunca o adam çocuk abi her neyse çok zayıf olarak duruyor orada. her şey içinde gibi.

sonra eve geliyorum ve garip bir gün diyorum.
oysa benim garipliklerim bunlar.
her zaman öyleydi.
7şubat2011pazartesi

"bir acı mı ne gerek
öyle uykum var ki
öyle istiyorum ki"




2 Şubat 2011 Çarşamba

Yaşamak ve Uyumak


Sabah telefonun titremesiyle uyandım. Benim telefonum hep sessizdedir. Hani telefonun melodisi ne diye sorsalar bilmem bile. O kadar alışmışım ki o zııııııııt, zııııııııııt titreşim dalgalarına, bu bile belli bi melodiyle nerede olursam olayım kulağıma ulaşıyor. Sabah da öyle oldu. Yarı açık gözlerimle telefona bakınca Büşra'dan mesaj geldiğini gördüm titremenin ardından. Mesaj diyordu ki,
"Defne Joy ölmüş."
Gayet açık ve net.

Uyku sersemi, gözlerim kapalı ama bilincim açık. Aklımdan neler geçtiğini bilmiyorum ama birden garip oluyorum, nefesim kesiliyor gibi. Aklımda kıvranan onca cümle, onca cümleden sonra tuşları ezberlemiş parmak uçlarım cevap olarak,
"Oha"
diyor.
"Oha" benim için çok alışıldık. Kestirme, kurtuluş. "Oha falan oldum" anlamında değil bu "oha". Hiçbir zaman da öyle olmadı. "Oha" benim kurtarıcım. Sonuç bölümü gibi.
Sonra bir mesaj daha gönderiyorum:
"Şaka mı?" diyorum.
Telefon yine titriyor:
"Yok değil. Akşam eğlenmişler, içki içmişler, sonra gece fenalaşmış, ölmüş."

İçki'yi duyunca birden ruhum ölüme karşı olan sorumluluğundan kurtulup müthiş bir huzura kavuşuyor. "İçki onu öldürmüş" diyebilmek, büyük bir bahane benim için.
Uyumam lazım. Aslında uyumasam daha iyi. Ama üst kattan aşağıya bakınca, simsiyah saçlarını topuz yapmış lacivert pijamalı kızın yorganın altında nasıl da "uykuyu severek" uyuduğunu görüyorum.
Uyuyor gibi ölüyor gibi... Bir şeyden haberi yok.Ya da unutmuşlardan o da. Büşra'nın mesajından önce benim de unuttuğum gibi.

Uyuyorum, nedenleri kendi kafamda içkiye, "insan"a bağlıyorum. Suçlamak için kolay yollar seçmek istiyorum. Nedenler aramaktan kaçmak için. Ama çözüm yok. Uyuyamıyorum.

Defne'nin ölümü değil, o da diğerlerinden biri sadece. Tanınan biri, genç ve neşeli, hareketli olması daha etki oluşturuyor elbette.
Ölüm nedeni de değil. Yaşam tarzı, hayata bakışı, ne aradığı, ne aramadığı... Hiç bir önemi yok bunların.
Ölüm, ölüm olarak var. Yaşamak ya da yaşamamak önemli değil bu noktada. Yaşadığınla yoksun, yaşamadığınla da yoksun. Sonunda her şey bir noktada birleşiyor. Bir kapıdan kesin olarak çıkıp gitmek gibi. Gidiyorsun ve tekrar var olmaya başlıyorsun. Kapıdan çıkıp gitmeden önce bıraktıklarınla, inandıklarının yolunda tekrar var olmaya başlıyor ruhun. İnandıkların ruhunu taşıyor.

Böyle durumlarda sessizliğin kıymeti çıkıyor ortaya. Akıl nerelerde, nasıl da kendince zor bir imtihanda ömrüne yaşamak diyor. Ben ise en iyisi uyumak diyorum, en iyi olanı.

Ne Oldu Bugün?


Her günün sonunda şöyle bir cümle: Bugün ne oldu?

Bazen verecek çok yanıt oluyor. Bazen akla hiçbir şey gelmiyor. Dünyada neler oluyor. Bizim küçük dünyamızda neler oluyor.
Hadis bile var; "İki günü bir olan bizden değildir." Hani, bu hadis insanı düşündürür, korkutur. Çünkü öyle boş geçiyor ki zaman. Onca yaşantıya, insana, nefese rağmen, öyle kendi fanusu içindeki hayatlar. Öyle birikmiş ki geçmişin acımasızlıkları, adaletsizliği. Devam edecek. Dolacak bir bardak gibi. Taştığında ise her şey ortaya dökülecek. O zaman gelene kadar her gün insanlar uyuyacak, her gün insanlar uyanacak. Zaman öyle boş geçiyor ki, geçecek ki. Ama bunu düşünmek de önemlidir belki. Aklın çalışmasına ve tekdüzelikten kurtulmasına yardım edebilecek her küçük şey hadisin yolundadır. Mesela uyandığında, bu sabah da uyanabildiğini düşünmek, dışarı çıktığında adım atabildiğini bilmek, bir gazete almak, bir tanıdığa selam vermek, onunla konuşmak, gülümsemek, evde boş boş baktığın tavanda fotoğraflar çekmek, resimler çizmek... Bir eylemden bin eyleme. Ancak insan sırf "bir şey yaşamak için" yaşayınca da "yaşamış" gibi sayılmıyor.

Bu yüzden "Bugün ne oldu?" sorusuna tam olarak doğru ve dürüst cevabın ne zaman verileceği bilinmiyor.

*

Önemi olmadığını düşündüm. Dışarısı kışın çok soğuk ve yazın çok sıcak. Yaşadıklarımız da böyle. Sadece bu kadar.