Sayfalar

1 Mart 2011 Salı

28 Şubat ve Edebiyat-Tasfiye Dergisi (Özgür Yazarlar Birliği)


Akşam üzeri Taksim'e, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ne gitmek için dışarı çıktım. Özgür Yazarlar Birliği-Tasfiye Dergisi'nin düzenlediği, 28 Şubat döneminin edebiyata etkilerinin konuşulacağı bir panel vardı. Hava çok soğuktu.Yolu kısaltmak ve geç kalmamak için otobüsten Trt binasının durağında indim. Annemin şalı, yanaklarıma batıyordu, bir tek gözlerim açıktaydı. Akşamın o saatinde kendimi korumak hatta insanları korkutmak benim için çok kolaydı. Hızlı adımlarla Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ne vardım.
*
Birçok şaire ait olan tek şiir
Oturum başkanlığını Enes Malikoğlu'nun yaptığı panelde, ilk sözü Cevat Akkanat aldı. "28 Şubat Dönemi'nde Şiirin Görünümü" başlığı altındaki konuşmasına Akkanat, Necmettin Erbakan'a rahmet dileklerini ileterek başladı. 28 Şubat'ın 14. yıl dönümüne vardığımızı belirten Akkanat, 14 yıl sonra bir panel halinde ilk defa gündeme getirilen 28 Şubat'ın postmodern bir zulüm olduğunu vurguladı."Laiklik elden gidiyor, irtica, işten çıkarmaların artması, düşünce özgürlüğü, kılık kıyafetteki kısıtlama, terör örgütlerinin dindarlığa bağlanması, tanklar" gibi kelimelerin o dönemde çokça duyulduğundan bahsetti. Böyle bir dönemde edebiyatın topluma ayna olması ve yaşananların eserlerde görülmesiyle eş değerdi. 1999 yıllarında Recep Tayyip Erdoğan'ın şiir okuduğu için hapse atılması, daha sonra başörtülü bir kızın yine şiir okuma nedeniyle tutuklanması, 1997 yılının zemininde gerçekleşiyordu.
Bu dönemi işleyen şair bulmak da azdı. Bu dönemlerde Yılmaz Odabaşı, Yılmaz Erdoğan, Fatih Kısaparmak gibi "şair"lerin şiirleri yayınlanıyordu. 2007'de Yılmaz Erdoğan: şiirimin arkasındayım, diyordu. Ece Ayhan ise, "Yapı Kredi beni tedavi ettirecek diye duydum, yalan, yok öyle bir şey dediler" sözleriyle anımsanıyordu. Cevat Akkanat, kitap fuarlarında bazı yayın evlerinin girmesinin yasak olduğundan ve katalog şairlerinin -manşet ve kapak- ürediğinden, şiirin medyatik, laik, travesti şiiri gibi isimler aldığından bahsetti. Bu dönemdeki şiir, muhalif, hakka muhalif bir şiirdi. Ortak duyuş tarzları olsa da tek bir şiir. Rahatsız etmiyor, genizden, karmaşık ve zihni bulandıran bir şiir. Kültüründen kopuk, tek bir şairin dilinden yansıyor gibi... Akkanat, bu dönemdeki şiirden "şiir denilen şey(?)" diye bahsederek şiirlerde akıcılık, ahenk, ruhun olmadığından bahsetti. Dönemin, başı dik duran müslüman şairleri (!) ise, şiirin dini olmaz söylemleriyle engin bir hoşgörü içine girmişlerdi. Cevat Akkanat, dönemi şiirlerine yansıtan şairlerden bazılarını dile getirdi: Nureddin Durman (Perşembe şiiri), Arif Ay, Cahit Yeşilyurt, Ali Emre, Süleyman Çelik, Mevlana İdris-i, İbrahim Tenekeci...

28 şubatın hikâyesi bir başörtüsü hikâyesidir
İkinci konuşmacı Beytullah Emrah Önce, 28 Şubat Dönemi'nin hikâyeyi nasıl etkilediğinden bahsetti. Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu (salondaydı), Fatma Karabıyık Barbarosoğlu gibi isimleri andı. Modernizmi anlayamadan, antimodernizmin peşinden koşan ve post moderniste atlayan bir dönem yaşandığından söz etti. Bu dönemin hikâyeleri tek bir gecede ortaya çıkmamıştı. Aşk, bu dönemde keşfedilmiş gibiydi, tasavvuf, sufi, anadolu, yerlicilik yeniden ortaya çıkmıştı. Bazı hikâyeciler için 28 Şubat hiç yaşanmamış gibiyken bazılarında -özellikle kadınların eserlerinde dönemin yansımaları görüldü. Beytullah Önce 28 Şubat hikâyesinin bir başörtüsü hikâyesi olduğundan söz ederek, Kapalı Öyküler kitabından başörtüsü yasağını anlatan öykülerden verdiği örneklerle konuşmasına devam etti. Dönemin hikâyelerinde direnişten çok çözümden bahsediliyordu. Mercek kadınların üzerinde, dönem kadınlar için kabuk tutmamış bir yara gibiydi. "peruk, açma-kapama, sorunu tanımlama, saç kazıtma, okulu bırakma, yenilmişliğin getirdiği içe kapanma" gibi kelimeler, öykülerin anahtarı niteliğindeydi. Beytullah Emrah Önce, Mukadder Gemici'nin Asla Pes Etme isimli yeni öykü kitabından da bahsetti, zaman yetmediği için Cemal Şakar (salondaydı), Ömer Faruk Dönmez gibi hikâyecilerden söz edemedi.

12 Eylülle ilgili 100 roman var
Süleyman Ceran ise dönemin romanına değindi. Victor Hugo'nun Sefiller romanıyla Fransızları sosyo psikolojik bir şekilde dile getirmesinden, Oğuz Atay'ın postmodern -80'lerden sonra anlaşılan dilinden, Cahit Koytak, Cemal Şakar, Oya Baydar gibi isimlerden bahsetti. 12 Eylül darbesi sonrası yazılarda bireysellik, cinsellik ön plâna çıktı. Süleyman Ceran, Orhan Pamuk'un, Sessiz Ev ve Kar kitaplarından da bahsetti. Vurguların kitaplarda önemli yeri olduğuna ve Orhan Pamuk'un oryantalist bir bakış açısıyla ülkesini yazdığına değindi. Süleyman Ceran, romanın şiir-hikâyeye göre daha birikimle yazılması gerektiğinden, şiir ve hikâyenin duyarlılıkla yazıldığından ve daha hızlı üretilebildiğinden bahsetti.(?) Halime Toros Halkların Eskisi, Ahmet Kekeç Yağmurdan Sonra kitaplarının ismini de andı. Çağımızda artık okumanın özellikle kadınlar için, kesin bir çare olarak görüldüğünden, oysa ilkokul mezunu bir sürü kadının da kendini yetiştirmiş olmasından, bunun kişinin tutunuşuyla ilgili bir durum olduğundan söz etti.
12 Eylülle ilgili 100 roman olduğunu söyleyen Süleyman Ceran, Hakan Albayrak'ın Ebuzer romanından bir bölümle sözlerini bitirdi: Şimdi namazlarımızı kılalım, Ceplerimizdeki parayı ihtiyacı olanlara dağıtalım, gayba inandığımız gibi bunları da yapalım, işte öneri, işte çözüm.

İslâmı camianın yanlışı siyasallaşamamasıydı 
Sakarya'da kitabevine sahip olan Kadrican Mendi, sözlerine beyaz saray fenomeninden bahsederek başladı. Beyazıt'ta İstanbul Üniversitesi'nin karşı yolu üzerinde, yeraltında yayın yapan bu pasaj: beyaz saray; karanlık düzensiz, toplumdan kendini soyutlamış cemaat yayınevlerinin olduğu bir pasaj. 1999-2001 yıllarında pasajın yıkılması camianın 28 Şubat sonrasındaki dağılışına benziyor, diye sözlerine devam eden Mendi, 28 Şubat'ı, dindar camianın toplumla yüzleşmesinin hikâyesi olarak tanımladı. Dindar camianın yayın evinden Ana'nın (Gorki), basıldığını ilk gördüğündeki şaşkınlığından bahsetti. Cemaat içinde bireyselliğin keşfedilmesiyle batıyı taklit ederek kişisel gelişim kitaplarının ortaya çıkışından, kitaplarda aşkın keşfedilişinden, Kur'an meallerinin basımından söz etti. Bu dönemde, fazla siyasallaştık, maneviyat unutuldu denkleminin yanlış olduğunu belirten Kadrican Mendi, islâmı camianın yanlışının siyasallaşamaması olduğunu söyledi. Son olarak Simyacı, Ferrarisini Satan Bilge (niye yakan / hurdaya çıkartan değil?), Doğan Cüceloğlu Savaşçı, Ahmet Kekeç Yağmuru Beklerken (Vedat Türkali'nin Bir Gün Tek Başına kitabından çalma-alma) kitaplarından bahsederek sözlerini bitirdi.
*
Salondan çıktıktan sonra Tasfiye Dergisi'nin eski sayısından aldım. Eski sayısını 2,5 liraya veriyorlardı ancak 50 kuruşları olmadığı için 2 lira aldılar benden. Yanımda başka birine de bozuğu olmadığı için, daha sonra uğradığında ücreti verebileceğini söylediler. Buradan kendim için şu sonucu çıkardım: paranın ölü bir konumda olduğu her ortam, benim evim kadar rahat ettiğim bir yer haline dönüşüyor.

Eve dönerken havanın daha da soğumuş olmasına aldırmadan yolu kısaltmadan meydana kadar çıktım. Çok fazla şey düşündüm. Bir ara başımın kocaman, öldürücü bir kaya halinde önüme düşeceğini sandım. Korktum. Geceydi üstelik. Korkmaktan da korktum. Salonda yanımda not almaya çalışan kızın, bir kitap konusu olarak türk-kürt ayrımından bahsedilirken kaleme saldırışı ve kesinlikle bir anlam yüklenmesi gereken şekilde not alışını hatırlayarak korktum. Kızın kendine, kürtlere has kokusunu duyumsadığım (has ve güzel bir koku, tiksindirici bir koku, umursanmayacak bir koku. ne fark eder?) ve bunu belirtmeye çalıştığım için kendimden korktum. Telaşlanmaya başlamaktan, ne için telaşlandığını bilmemekten, herkesin dilindeki "adalet özgürlük demokrasi" kavramlarından ilk defa korktum. Eskisinden daha çok ayrımcılığın olacağından, alınganlıkların çoğalacağından, bir saf cümleden, bin kötü anlam çıkacağından korktum. Gelecekten korktum ve hiçbir şey yapamamaktan (kesinlikle) korktum. Şu dünyada duyulacak en lanetli cümle "sen beni anlamıyorsun" cümlesiydi. Anlamamaktan, anlaşılmamaktan korktum.

Yazıyı artık bitirsem iyi olacak. Cevat Akkanat'ın panelde okuğuğu, Süleyman Çelik'in Kıt'a Dur şiiri ile...

Ses yükseldi:
Şiğiir!
Kıt'a dur!
Halk baktı sesin yönüne.
Tınmadı
Şapka düşmüştü bir kez.
Trap, trap.
Parladı
Yeniden şiir
Yürüdü
Öz göğsünden halkının.
Ah,
Ne hoştur şimdi hanımelleri
Hele erguvanlar altındaki boğaza karşı
Elif cüzüyle koşan çocuklar
Şiğiir!
Kıt'a dur!
Durur mu hiç şiir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder