Sayfalar

21 Kasım 2011 Pazartesi

bir kitaptan bir bölüm

"Büyümediği, gerçek dünyaya karışmadığı için üzülüyordu. 'Gerçekten bucak bucak kaçıyorum,' diyordu. Birini sıkıntıda görünce çocuk gibi ortadan kaybolmak istiyorum. Korkaklıktan değil; kendimi onun yerine koymaktan. İnsanların karşısında bazen de o eski aptalca utangaçlığım yüzünden dikilip kalıyorum. Gitmek gerektiği halde bir türlü uzaklaşamıyorum. Her zaman gerekenin tersini yapıyorum, çocuklar gibi. Kitaplarla, yani bir çeşit masal dünyasıyla hayatı karıştırıyorum eskisi gibi. Galiba gittikçe de düzeltilemez oluyorum bu konuda. Masalın nerede bittiğini, hayatın nerede başladığını fark edemiyorum. Bazen, suratıma bir garip bakıyorlar; o zaman uyanır gibi oluyorum.

"Benim için bütün oyunlar, romanlar, hikâyeler herkesin anladığından başka bir anlam taşıyor. Bütün hayat, bütün insanlık bu kitaplarda anlatıldı, bitirildi. Yeni bir şey yaşamak, yeni bir kitap tanımak oluyor benim için. Kitaplarla ve onların yazarlarıyla birlikte yaşıyorum. Önsözlerle yaşıyorum. Hiçbir yazar şaşırtmıyor beni: çünkü hayatlarını sonuna kadar biliyorum. Gerçek dediğiniz dünyadaysa kimin ne yapacağı belli değil. Her gün şaşırtıyorlar beni. Yazarlarımla yaşamak daha kolay. 1886'da N. kasabasında doğdu. Babası, annesi, kardeşleri, çevresi, yaşarken kimsenin bilmediği ıstırapları, kuruntuları, arkadaşlarıyla kavgasının gerçek nedeni, hepsi hepsi satırların arasında. Tanımadığım yönlerini merak ediyorum ilk sayfalarda; fakat biliyorum hemen her şeyi öğreneceğimi.

...

"Kitaplardan, yaşantılarım için yararlanamadığımı ve kendimi bir biçime sokamadığımı da yüzüme vurabilirsiniz. Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde beni aldatıyor namussuz. Ya inandığım dostlarımın beni aldatmasını önlemek: büsbütün imkânsız bu. Dostlarım alay ediyor benimle. Bu çocuğun sonu ne olacak, diyorlar. Hiç olmazsa kitaplardan kitaplar çıkarmalıymışım. Bunu da yapamıyorum, yazamıyorum. Kitapları, işimde kullanılacak bir mal gibi göremiyorum: kapılıyorum onlara. Belki kitaplar da onlara karşı gösterdiğim aşırı ciddiyetimle alay ediyordur. Biliyorum, kitaplar da beni adamdan saymıyorlar. Fahişelerin, onlara barlarda para yediren tüccarları küçümsemesi gibi hor görüyorlar beni.

"Bütün bunları düşündükçe daha da tersleşiyorum, kendime daha çok zararım dokunuyor; benimle alay edenlerin gözünde daha da küçülüyorum. Duvarlar duvarlar var çevremde. Halsiz kalıncaya kadar başımı vuruyorum onlara."
oğuz atay/tutunamayanlar/369-370-371.sayfa

14 Kasım 2011 Pazartesi

ölümle ilgili birkaç konuşma

"hereafter" (öteki dünya) filmini izledik.

bakınca böyle, yok ya öbür dünyayı anlatmasın kimse. anlatılacak ne var. herkes yaşayacak kendi görecek zaten. yok medyumlar yok geçişler yok ölümler yok ışıklar falan. filmin konusu üç kişi üzerinde dönüyor. biri paris'te yaşayan, ölümden son anda kurtulmuş, ünlü gazeteci, işine, zenginliğine, güzelliğine önem veren bir kadın. biri londra'da yaşayan,  ikiz kardeşini kaybetmiş, soluk yüzlü, kardeşinin ölünce nereye gittiğini merak eden bir çocuk. biri de san francisco'da yaşayan, normal bir hayat isteyen, medyumluk hislerinden kurtulmaya çalışan bir adam. aslında kadın, kendisi olarak ölümü arıyor, çocuk ikiz kardeşinin ölümünü arıyor, adam ise ölümden kaçıyor. hepsinin hikayesi filmin sonunda birleşiyor.

ne yazıyorsam. hiç gerek yok bu yazdıklarıma. unuturum ben bu filmi, çok kalmaz. woody allen iyi. ona devam etsek iyi.

bir an gelsin bir an. her şey sona erince güzel olur mu bilmiyorum da. şöyle düşününce ilginç: ortalama 60 sene yaşayan bir insan kaç saat yaşıyorsa, kaç dakika, hatta kaç saniye yaşıyorsa o kadar hesap verecek.  her saniyenin hesabı verilecek. korkunç demeyelim. böyle bir şey çok basit geliyor. elbette korkabilmeliyiz ama bu kelime insanın ellerini karnının üzerinde birleştirip beklemede kalmasına sebep olabilir. korkudan çok, güzel ve kötü her şey hakkında konuşulacak. bu biraz komiklik, biraz ürkünçlük, biraz utangaçlık oluşturabilir. her şey konuşulacak. kimse kaçamayacak. köşeler bucaklar ortada. tam parti.

burcunurcan'la da kavga ettik bi güzel. diyorum ki her şeyin ortada olması çok güzel olacak. bütün unuttuklarımız, bütün utançlarımız, hatalarımız, kötülüklerimiz, aynı zamanda iyilikler falan. bu iyi olacak diyorum. o da diyor ki, sen ne kadar rahatsın, hiç korkmuyor musun, hesap vereceğin bir şeyler yok herhalde... gibi cümleler. ama niye böyle olsun ki, tüm açıklığından bahsediyoruz. yaptığından duyduğun utanmanın bile, alacağın cezanın bile açıklığı... 

ne diyorum ne. ne yapacağım ben bu aptallıklarımı.

sınavlar başlıyor, gidip sınav çalışayım ben en iyisi (daniska yalan).


(bu ikiz kardeş film boyunca tek bu fotoğrafı çekinirken gülmüşlerdir. bir de şapkasız küçük kardeş, medyumu bulduğunda, doğru bilgileri duyduğunda hafif gülümsemiştir.) 



11 Kasım 2011 Cuma

öyle hasta yazısı /2

yatınca bi daha kalkamıyormuş. öyle demişti. karşımdaydı. ne garipti. ilaçlarını içti ve yattı. üstünde bir sürü ağırlık vardı. hepsi yorgan. orada depremde insanlar ölüyorlardı, enkazdan çıkanlar perişandı. onda yorgan bolluğu. dalga geçtim bu haliyle. manyak mısın nesin sen dedim ama ne bileyim. insan bazen duracağı yeri bilmeliymiş meğer.

"nefes alıyordu. aldığı nefesi duyuyordu. yaşadığını duyuyordu. nefes, ciğerlerini üşütüyordu, içini üşütüyordu. kemikleri vardı. üşüyordu. dışında ise bir ateş. dış ateş. iç ateş. ne olduğunu çözemiyordu. öleceğini bilecek gibiydi. uyusa. o zaman iyi olurdu. rüyada atlar. sevgilim atlar. siz hâlâ atları tanımaz mısınız? anne geldi. anne hep gelir. 'terlemişsin. iyi.' dedi. yüzünü sildi, sevdi, öptü. anne hep gelir. hiç gitmez. nefesi duruldu, içindeki üşüme duruldu. sıcağı attı dışarı. ya soğuk? gelin artık gelin yekta, dediğini duymadılar. sevgilim yekta. siz yekta'yı hâlâ tanımaz mısınız?"

bir yanında da ken'an rifâî sohbetleri varmış:

"...Biz, bir nefes fazla Allah deyip ve Hakk'a kulluk edebilirsek yaşamak isteriz. Hakk'a kulluk ederek yaşayana ne mutlu.
Fakat, burada Hakk'ın rızâsı üzere yaşamayan kimselerin günahları daha fazlalaşmamak için yaşamayıp ölmeleri elbet hayırlıdır."

niye iyileşememek, niye iyileşememek...

10 Kasım 2011 Perşembe

öyle hasta yazısı

kaybedenler kulübü. replikleri ve altıkırkbeş yayınevi. sonra müzikleri. gerçek bir film. her anlamda. şimdi my woman'ı dinliyorum ve öyle yazıyorum buraya ne yazıyorsam.

şimdi ben hastayım aslında. bu şarkıyı dinlerken de iyileşemiyorum çünkü gerçekten hastayım. gümbür gümbür öksürmediğim halde ciğerlerim dışarı fırlayacak gibi yanıyor, acıyor. hapşırmayı öyle severim ki normalde, yeniden doğmuş gibi olmak gerçek anlamda böyle, ama şimdi hapşırmak bile zararlı, her tarafım kırılıyor. içimden rüzgar hayalet gibi geçip gidiyor. başımı öne eğince sağ burun deliğim durmak bilmiyor. bunları niye yazıyorsam? bu blog niye varsa? gözde nurcan niye varsa? o kadar berbat ki.

ben yine nurofen içtim. -norofen değilmiş, nurofenmiş. umarım iyi gelir. terletip uyku yaptığı için sanırım dinlenirim. rüyamda atları görmeliyim. ve yekta'yı. gülbeyaz. sinan. ya adile? hele ya nemika? bu sefer çok yakından yakından geliyor. hem sıcak hem rüzgar. hem uyku hem at. hem cahil yekta...

atları seviniz. cahil yekta'yı seviniz. 


9 Kasım 2011 Çarşamba

lüzumsuz akşamlar

bir akşam bir akşama hadi dışarıda top oynayalım demiş. teklifte bulunulan akşam top oynamak değil de, ip atlamak istemiş. teklifte bulunan akşam ise top oynamakta ısrar etmiş. dünyanın sonu gelmeden bir kere daha top oynamak istiyorum, çocukluğumun akşamlarında ben hiç gol atmadım, lütfen kırma beni diye, yalvarmış durmuş. ip oynamak isteyen akşam gayet sakin, yeni aldığı maltepenin ağzını açmış ve şöyle demiş: gece görmeden gidip golünü atalım o zaman, daha sonra da ip atlarız. böylece gol atma isteğiyle kalbi gümbürdeyen akşam holeeeey diyerek, ağzı kulaklarında dışarı fırlamış.

sonra ne mi olmuş? hiç bilmiyorum. iki akşam da aptalın teki olabilir. oyunlarla boş yere zaman geçiriyorlardır. ayrıca maltepe gibi lanet bir sigarayı içen akşam zehirlenip her an ölebilir. artist tavırlarıyla birden yerin dibine gömülebilir. diğer akşamın da heyecan ve istek dolu kalbi bir gün patlayabilir. kendilerine dikkat etmelerini de istemiyorum açıkçası. akşamları serbest bırakmak istiyorum. gerisinden bana ne. kim gol attı, kim ip atladı, dünyanın sonu geldi mi, gece geldi mi, onları yakaladı mı, falan bunlar hep laf. ne halleri varsa rahatlıkla görebilirler.

bu akşam bizde balık vardı

canlı bir hayvanı öldürüp yemek garip bir durum. balık mesela.

balık tutanlar var. tuttukları balıkları yiyenler var. balık satın alanlar var. satın aldıkları balıkları yiyenler var. satın almadan balık yiyenler var. balık her türlü pişmek için var.

fırında kızaran balığı görüyorum: "bir adam nasıl ağlamadan balık tutar?" gibi bir mesele. yok artık canım, yalan tabii. her şeyin içinde olduğu gibi balıkçıların hayatında da bir sürü yalan var. şimdi yalancılığın insanların üzerinde kurduğu hakimiyet tartışılmamalı. balıklar cızır cızır kızarırken, annem salata yaparken, ben dondum kaldım. bir balığın ölümünün insan kalbine vereceği cızırdamayı düşünürken, bir insan kalbinin bir insan kalbine yapacağı işkenceyi düşünmek pek bir donuktu. sıkıldım. iyi ki yalanlar vardı. yoksa herkes balıkların ağzına takılmış iğneler karşısında alkış tutardı. iyi ki yalanlar vardı ki, cızırdayan balıklar karşısında göz yaşı dökebiliyoruz. -bir insanın kurtuluşu için çabalamıyorken.

4 Kasım 2011 Cuma

rüyalar da olmasa


rüyalar olmasa asla uyumam. rüya görmediğim geceleri boş geçen sıkıcı bir güne benzetirim. bazen rüyalarımla öyle güzel anlaşırız ki uyandığımda da hala onlarla iş birliği içinde olduğumu hissederim.

özellikle seher vakti gördüğüm rüyalara karşı ayrı ilgi duyarım. öğretici özellikleri vardır bu tür zamanlarda görülen rüyaların. insan kendi iç sesini, öz benine yakın bir yerleri bulabilir. kız bebekler, açılıp kapanan kapılar, yeşil alanlar, kabaran denizler, masmavi gökler, çeşit çeşit hayvanlar, kediler, köpekler, fareler, timsahlar, gelecekler, geçmişler, şimdiler, odalar, karanlık odalar, kitap dolu odalar vs. vs.

kitap demişken. enis batur'un perişey'ini yerine geri koymanın güveniyle işten iki kitap çaldım: biri bertolt brecht sanat üzerine yazılar, biri de abbas erdoğan noyan prizren-dersaadet (sultan II. abdülhamid'in yıldız sarayı muhafızlığına getirilen arnavut taburunun öyküsü). bunları bitirme olasılığım kaçta kaç? bilmiyorum.

rüyamda bu akşam kitaplarla ilgili bir şeyler görmeliyim. kimdi? murat gülsoy'un büyübozumu yaratıcı yazarlık kitabındaydı sanırım, rüyaların yazmaya nasıl da yardımcı olabileceği geçiyordu. düşününce gerçekten rüyalardan bir sürü öykü çıkar insana. hem çoğunun kurgusu bile hazır oluyor. aslında rüyaları hiç eksiksiz bir yere not almalı. iyi kötü saçma hepsini. ümit meriç böyle yapıyormuş. sonra bazı rüyalarının gerçekleştiğini seneler sonra geri dönüp okuduğunda fark ediyormuş. hatırladığım kadarıyla peygaberimiz hz. muhammed de sabah namazından sonra ümmetin rüyalarını dinlermiş.

çok fazla rüya dedim. şimdi nasıl da uykum geldi.

1 Kasım 2011 Salı

ali ulvi kurucu hatıralar-1/m.ertuğrul düzdağ


"biz yalnız muayyen ibadetleri, ibadet biliyoruz. hayat baştan başa ibadettir. hayatımızın her anı allah'a kullukla geçecek. biz kurulmuş saat gibi, belli ibadetler içinde, keyfimiz, zevkimiz, huzurumuz yerinde yaşıyoruz. halbuki: ve mâ halaktu'l cinne ve'l-inse illâ li'-ya'budûn, var. ben insanoğlunu ve cinnîleri, hiç kimseye değil, ancak bana kul olsunlar; yani hayatları bana kul olmakla geçsin; benim kulum olsunlar, başkalarının kulu değil; nefislerinin kulu değil; paralarının kulu değil; şanların, şöhretlerin, fanî saltanatların kulu değil, ancak benim kulum olsunlar diye yarattım..." bu muhâcirler kimdir/syf:126
*
" 'rabbim bana dokuz ahlâkla ahlâklanmamı emrediyor; ey ümmetim ben de size emrediyorum.'

birinci haslet: haşyetu'llah: allah'tan korkacaksın.
ikinci haslet: ve kelimetu'l-adli: adaletli davranacaksın.
üçüncü haslet: ve'l-kasd fi'l-fakr ve'l-gınâ: israf etmeyeceksin.
dördüncü haslet: ta'fu ammen zalemek: zulmedeni affedeceksin.
beşinci haslet: ve tasilu men kata'a: gelmeyene gideceksin.
altıncı haslet: ve tu'tî men haramek: vermeyene vereceksin.
yedinci haslet: ve en yekûne nutkuke zikran: konuşman zikir olacak.
sekizinci haslet: ve sumtuke fikran: susman tefekkür olacak.
dokuzuncu haslet: ve nazratuke ibraten: bakışın ibret almak için olacak." dokuz güzel haslet/syf:112-113-114

her şey insanlık için

kendimi başka türlü anlatamazdım:

1.reklamı seviyorlar. ama bunu sevdiklerinin farkında değiller. reklamlarını öyle içselleştirmişler ki, -şimdi reklamlar- demiyorlar, ön hazırlık yok, hep reklammış gibi yaşıyorlar.
2.dinsel konular psikolojilerini bozmuş. allah'ın aradığı gerçek insanlar olduklarına inanıyorlar, adalet dediklerinde iş bitiyor. vicdanınız sızlamaz mı, biz haksızın yanındayız, biz adalet istiyoruz gibi cümleleri var. insan ister istemez bir an durup düşünüp kızarabilir. ancak bir zaman geçtikten sonra kendilerinin kendilerine de sıkıcı geleceği belli.
3.kendilerini kandırıyorlar. tüm çalışmaları insanlık adına bir şeyler elde etme isteği barındırıyor ya, bu işte vah ki ne vah demeye yeter. insanı küçültüyorlar, istedikçe isteyen aç bir konuma getiriyorlar, geçmişiyle barışık olmayan zalime karşı zalimleşmiş bir yaratık haline getiriyorlar. insan istiyor, yürüyecek toprak, konuşacak dil, üstüne geçirecek gelenek, yaşayacak kültür istiyor. onlar bu isteklerin peşinde koşmayı yeterli buluyorlar. 
4.hepsi değişik hayatların içinden kopup gelmiş. kendi hayatlarını kurmaya çalıştıkları yalan. başkaları için varlar. hepsi memnun etme peşinde. malzeme toplama peşinde.

niye biraz şu şarkıyı dinleyip kendilerine gelmiyorlar:

http://www.youtube.com/watch?v=dEt1H9hkHvE

ama hayır ne şarkısı, çalışmak lazım. bir çalışalım, hep çalışalım, sonra yine çalışalım, gezerken de çalışalım, -hayır biz böyle mutluyuz çünkü dünyayı da düşünüyoruz ve farkında olmadan kurtarıyoruz insanları. taşları da düşünüyoruz, denizi de, karıncayı da, ağaçları da. biz düşünürken çalışıyoruz naber. senin gibi bu şarkıyı dinleyip uyumuyoruz. sen uyuduğun için dünyayı öldürüyorsun. sana dünya küçücük. bakış açını değiştirmezsen rüyalarına tıkılıp kalacaksın. sana acıyoruz, bir şey değil sen ölünce insanlığa yazık olacak. biz seni eleştiriyoruz sen de bizi eleştir istiyoruz. biliyor musun, biz hiç korkmayız ve eleştiriyi çok severiz. biz isimlere saygısızlık ederiz, -insanlığa değil-, biz özgürlük söz konusu olduğunda yarış içine gireriz, biz sosyal sorumluluklarımızı unutmayız. biz önce kendi haklarımız, sonra insanlık içiniz! iyiliğin zalimliği, kötülüğün çekincesi bizden uzak dursun!

ne demiş fakir kral:

kutsal kitaptan devşirme
pılı pırtıyla örtüyorum
şeytanı oynarken
evliya gibi gösteriyorum kendimi.



30 Ekim 2011 Pazar

"sylvia" filmden

başka pek çok genç oldu ama onlar onu korkutmadılar. onları korkutmayı tercih etti sanırım. sen çok farklısın. sanırım onu korkutuyorsun. seni bu yüzden seviyor.
*
bazı insanlar bulunmak isterler. sylvia değil, hayır. sürünüp durdu ölmeyi bekleyerek. ona karşı nazik ol. daima.
*
kurgu gerçekten senin işin değil mi?
*
gerçek bana geliyor. gerçek beni seviyor.
*
bazen katıymışım gibi hissedemiyorum. görünmezim. gözlerimin arkasında hiçbir şey yok. bir insanın negatifiymişim gibi. sanki asla bir şey düşünmemişim gibi. hiçbir şey yazmamış, hiçbir şey hissetmemişim gibi. tek istediğim karanlık. karanlık ve sessizlik.
*
bir şeyden sürekli korkarsan, onun gerçekleşmesine sebep olursun.
*
kutu kapandı ve tehlikeli. pencereleri yok ve içerisinde ne olduğunu göremiyorum. sadece küçük bir kafes var. çıkış yok.
*
"ölmek sanattır.
diğer her şey gibi.
ben bunu oldukça iyi yapıyorum." l.l.


27 Ekim 2011 Perşembe

gözde arpacık vs.

yemek yenir ve televizyona bakılır ve norofenin -eğer doğru yazıyorsam- etkisi bu şarkıda mı gizlidir? ve sonsuz tekrarlar ezberler için eydir ve yarın zilhicce'nin biridir ve üşüyorumdur ve arkadaştan hala haber yoktur ve üstelik telefonu da kapanmıştır ve kusana kadar şalalalalalalalalalala demek uykuyu getirir.

"-Yani bütün okulları kapasalar Tayyar Bey,-"

http://www.youtube.com/watch?v=sknj-wA0WqU&feature=related

26 Ekim 2011 Çarşamba

teferruat


kkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk.

bu öyle aklımdan geçen.

bugün aklımda birden yanan ampül ise şu:

insan isteği denilen şey teferruattır. bu dünyaya geldikten sonra insanların değer adı altında topladıkları aslında bir köşede biriktirdikleri yığınlardır. benim dinimden başka hiçbir şey önemli değildir. dinimin bir olduğu insanların hepsi benim toplum olarak var olma nedenimdir. elbette dinimizin bir olması geleneksel, kültürel özelliklerimizin birebir aynı olacağını göstermemektedir. kültürel kazanılmış veya kaybedilmiş zenginlikler insanı sonradan insan yapar. doğal olarak herkesin isteği, yaşadığı coğrafyaya göre farklı olmak zorundadır.

çoğu istek ve birikim, milliyetçi bir hastalıktır. esas ben dinimi başkalarından istediğim zaman, izin alarak yaşamak zorunda kaldığım zaman, ki bu zamanlar da çok yaşanmadı mı, hâla yaşanmıyor mu, bütün değerlerim ölmüş demektir. benim bu dünyada hangi dili konuştuğumun hangi toprak sınırları içinde yaşadığımın önemi ne ki?

ben kendi değerlerimi de başkalarının değerlerini de önemli bulmuyorum. azınlık ya da çoğunluk kim üstte kim altta, ne elde ederse ne kazanırsa hayatı için neyi lüzumlu görüyorsa neyi görmüyorsa kendi bileceği bir şey bu. beni ilgilendirmiyor ki. kimseyi de ilgilendirmiyor ki.

insan yaşamından, yani canlı bir inançtan başka beni ne ilgilendiriyor ki.

eskilerden kalan

"seni öldürsem de ruhum, biliyor musun? "

25 Ekim 2011 Salı

bugünlerde bir gün

 hayatımda ilk defa bugün kan vermeye gittim.

çapa kan merkezine girdim. içerisi ne çok kalabalık ne de çok boştu. insanlar önce forum dolduruyorlar, sıra alıyorlar, sonra da banka numarası gibi kağıtlarıyla kırmızı ışıkta yanıp sönen numaraların ilerlemesini bekliyorlardı.

annem yanımdaydı. sıra numaram 77'ydi. 10 kişi vardı. sıranın gelmesini beklerken canım sıkılmadı. bekleyenlerin arasında bir taraf okuru görmüş olmam nedense beni sevindirdi. gazete okumayalı bir yüzyıl olmuş gibiydi. gazete kokusunu özlediğimi fark ettim o anda.

sıra bize geldi. tansiyonumu ölçtüler. 7.11. parmağıma iğne batırdılar. kan değerime mi ne bakacaklardı. üzerime işlem uygulanan bu dakikalarda ailesi van'da olan bir arkadaşım aklıma geldi tekrar. mesajıma cevap atmıyor. ben de bir daha mesaj atmaya korktuğum için sadece bekliyorum.

tansiyonum normal çıktı ama kanımın bişeysi 12'ymiş. yani tam bana yetecek kadarmış. o yüzden kan alamayacaklarını söylediler. hoşçakalın dediler. annem zaten sapsarı bişeysin, olacağı buydu, dedi. yolda hurma pekmezi aldık bana.

eve dönerken bir tanıdığa rastladık. artık hep ayaküstü muhabbetlerin arasında asker deprem var. kadın şöyle dedi: askerlerimizden sonra bütün kürt topluluğunun allah belasını versin dedim. allah nasıl gösteriyor. arkasından deprem oldu.

bana yeten kanımı da aldım oradan uzaklaştım. annem onunla konuşadursun birkaç adım ötedeki bir arabaya dayanıp durdum. facebook twitter televizyon falan neyse de insanın birebir böyle insanların var olabileceğini görmesi vücutta kanın dağılımında bazı aksaklıklara neden olabilir.

sonuç olarak bunları anlattım çünkü, çok yorgunum ve kaçmak istiyorum bir köşeye.

24 Ekim 2011 Pazartesi

hoşgeldin : )



tom waits'in yeni albümü çıkmış. bas as me. single. dinle dinle doyma.

http://www.youtube.com/watch?v=B6Ta3H-ck6s&feature=related

sigara içtirebilecek şarkılardan

kimse sigara içmesin diye bir şey yok. sigara içilebilir. ama tiryaki olunmasın. lütfen, o saçmalık olmasın. bir de lütfen aptallar sigara içmesin. ya da şöyle diyeyim: sigara içerken aptal olanlar sigara içmesin.
sigara içecek insanlar ve içmeyecek insanlar vardır bence. içecek olanlar, hayatta içici olarak doğmuşlardır en baştan. bu içici lafı tiryakiliği çağrıştırmasın. işini hakkıyla yapan gibi bir şey demek istiyorum. bir kere sigara adamın eline yakışacak, kadının da tabii. dumanla dans edecek falan.
sigara kurtuluş değildir. dudaklarına yapıştırdığın bir çaresizlik değildir. aksine karakterli insanlar sigara içmelidir. /slogan mı bu/
bunların haricinde sigaramın dumanı da dumanı demek insanı pişman etmez.

gitmişlik ama dönmemişlik


geldik.

beşinci gün.

suna erkulunç midesini bozdu: yedikleri ve düzensizlik onu hasta etti.

bilge çokbilir kitap okuyor. ben de oturuyorum. bolca su içiyorum, hep yiyorum, denize giriyorum, gülüyorum -çokça.

hava çok sıcak. burası da sıcak. neredeyse saat başı aspirin içiyoruz. bilge çokbilir çok pipirikli. her konuda üstümüzde. şuan da karşımda kitabıyla yelleniyor: bu oda çok sıcak.

etrafın komik bir görüntüsü var. burada yaşamaya özenebiliriz. ama saçmalık tabii. buradaki hava bize göre değil. bize burası az. çok az. her yönüyle. sessizliğiyle, derinliğiyle, hatta sıcaklığıyla. burada yaşamaya özenen yaşamlar yalan. sadece birkaç gün mümkün burada kalmak. gerisi, ah keşke buralarda yaşasakçılık, gerçek hayat buradacılık. sadece gökyüzünün çok üstünden yeryüzüne çığlıksız bir düşüş. onlar da yaşıyorlar, biz de yaşıyoruz. ve biz çok daha fazla gördüklerimizle daha çok yaşamıyormuş numarası yapıyoruz, işte bu yüzden, çok daha fazla yaşadıklarımızdan kurtulup onların çok daha az yaşadıklarına özenme ve sıçrama gibi bir hakkımız yok.

burada gidebileceğimiz bazı yerler var. gittiğimiz yerlerde gülerken içimde bir şeyler büyüyor. ne olduğunu pek anlamıyorum. ve suyun altında meydana gelen bir kahkaha ve ardından gözlerim bulanıyor ve sonra dışarıda kahkahaya devam ve ben, onlarla beraberim işte.

ne kadar akıllı biriyim ben. neden? çünkü ilacı buzdolabına koydum. bilge çokbilir alkış yapıyor. ama yine de hafif bir gerilim var. suna erkulunç'un hastalığı. bildiğim bir şey: yarım saate iyileşecek.

bu oda çok sıcak -3.kez.

odanın dışında, çok dışında sesler var. pansiyon sahibi. nasıl bir kadın: özlem hanım özlü. siz tam ada insanısınız ve işletmecisiniz. sanki bu işler için yaratılmışsınız: netsiniz, gerektiğinde sinirli, dişlerinizi görebiliyorum, göstermediğiniz bir sevimliliğiniz, hak edene gösterebileceğiniz merhametiniz var. şımarık değilsiniz. otoritersiniz, gelişkin ve modern, yerine göre siz hayatla eğlenebilirsiniz. ama hayat sizinle eğlenemez: hırslı olduğunuzdan eminim. istediğinizi elde edersiniz, küçük noktalara takılmazsınız, kesinlikle normal bir insansınız. çoğu zaman diz kapağı boyunda çiçekli eteklerden giyersiniz.

işte biz tam bu noktada kendimizden geçmiş bulunmaktayız. uzun ya da kısa olmayan etekleri sevmiyoruz çünkü. hele bir de çiçeklilerse... yazmakla işimizin kalmadığını düşünmeyi bitirdiğimiz tam bu noktada F'nin karakterine maruz kaldığımız için kendimizi serin sulara attık. böylece söylenenler ve geri bildirim olarak iletilmesi beklenen ancak iletilemeyenler serin ve git gide açık suların derin mavisinde kayboldular. kalın sesimiz suyun altında daha da kalınlaştı. ama susmuş gibiydik çünkü sesimiz duyulmuyordu ve sadece en başından beri herkesçe duyulan kahkahalarımız, küçük nokta halindeki baloncuklar olarak su üstüne çıkıyordu: yaşadığımızı sanıyorlardı. oysa her şey olması gerektiği gibiydi. herkesten herkes kadar vardı. komik bir görünüm oluşuyordu. "kimse kimsenin dansını istemiyordu". kendimiz kendi kahkahalarımızla söyleyeceklerimizi tamamlıyorduk. böylece, yine böylece, yaşamak adına vereceğimiz izlenimleri tamamlamış oluyorduk.

hep kahkaha atıyoruz da sonra ne oluyor? bizim isteklerimiz var, çünkü herkes herkes kadar farklı. -hemen inanma. bu bir kopya. rol. farklı kumaş çeşitleri. renkli kumaş kesimleri. yediğimiz yumurta, içtiğimiz ayran, okuduğumuz kitap, taktığımız bileklik ve sevgili arzular.

benim arzum F. kendi başına ve özel. -hayır F'yi karıştırma. F'yi hiçbir katagori içine almayacağız ama bu, onu özel yaptığımız anlamına da gelmeyecek. F'yi unutmamız lazım. çünkü F, bizi, biz farkında olmadan mahvediyor ve kendisi kahkahalarına devam ediyor. F'yi kendimize acı çıkarmak için kullanmayalım. hele burada. ne alakası var, F'nin bizle ne alakası var?

tabii ki F'nin bizimle hiçbir alakası yok. ama kahkahalarımız bizim. ve kahkahalarımız devam ederken düşündüm de keşke bilge iyileşmese. çünkü dönmek pek lüzumsuz.

22 Ekim 2011 Cumartesi

ortaya karışık

tayyar ahmet ile tanıdığım, güzelim, gözümün akından sakındığım büyük ev ablukada grubunun şarkılarını indirttim sonunda. bu çok değerli görevi burcunurcan üstlendi pek tabii. kendisinin bu günlerde korsancılığın dibine vurduğunu söylemem gerekebilir. aklıma gelen şarkıyı söylüyorum, akşam elimde. tabii kendi de film konusunda bayağı bir aktif davranıyor. frida, little miss sunshine, kaybedenler kulübü gibi filmler o çalışırken bir köşe pencerede inmiş bulunarak, şimdi izlenmek üzere akşam vakitlerini bekliyorlar.

zaman çok iyi. bu günlerimi hep hatırlayacağımı biliyorum. sakinim. istediğim derecede çalışkanım. kimsenin lafını dinlememeye devam ederek yalancılıktan uzak yaşıyorum. ellerimde yıllardır kullanmadığım siyah pilot kalemin izleri var. hiç çıkmamaları hoş.

arkamda serdar tuncer videosu. ramazanı özleyebilir insan. 
şimdi elimde, "medeniyetin burçları rasim özdenören kitabı". burcunurcan, allah'ın salih kullarından ol sen.

şimdi film zamanı. güzel. frida'nın güncelerini okuyacağım zaman filmi izlemeye karar verdik. şimdi little miss sunshine için vakit uygundur. 

ha ama unutmamak gerekir ki şarkılar insana neler öğretir neler.

"bi karışsak içlerine
cebimizde taşlarda
hangi puşt bizi üzen
ne var ne yok
ne var ne yok
aşar bizi ömrüm boyu
aşar bizi ömür boyu"

18 Ekim 2011 Salı

sana ne oldu?


öss'ye girmeden önceki gün ezginin günlüğü - son vapur'u dinlediğimi hatırladım bugün. açtım şarkıyı dinledim de, bu ne lan, çocuk şarkısı dedim. oysa öyle içlenerek dinlerdim ki bu şarkıyı. küçük ve aptaldım elbette. hâlâ küçük ve aptal olduğumu inkâr edemem. çünkü şimdi de aykız'ı başka türlü bir içli halle dinliyorum. birkaç sene sonra da bu defa aykız'daki içlenmelerimle dalga geçeceğimi bilir gibiyim. çünkü, şarkılar değil de bu içlenmeler, aptalca dalga geçimliklerdir. çevremle ve kendimle öyle güzel dalga geçiyorum ki -hele bugünlerde- bu insanların derdi var. ben kendimi önemsediğim derecede kendimle dalga geçiyorum. içlenmelerim ve içlenmeleri ile. onları da deniyorum artık: bakalım dayanabilecekler mi? elbette dayanamıyorlar. o zaman beni öyle bir gülme tutuyor ki sormayın. herkes huzur bulmak istiyor mutlu olmak istiyor sevgi saygı hoşgörü istiyor. içlenmelerine insanlıklarına saygı. ben hepsini siliyorum. var mı lan. kimse kendiyle barışık değil -ben de. çünkü kimi zaman ben de dayanamıyorum kendime. insanım sonuçta. onlardan bir farkım mı var?- ancak her seferinde olduğu gibi insan, kendine değil başkalarına kaçıyor ve onların içlenmeleriyle -zayıflığıyla alay etmek çok daha eğlenceli oluyor. bunu herkes kabul etmeli. niye rahatsız olunsun ki? aksine böyle yaşamak boş bir önemlilikten çok daha iyi. hem kendinden kaçınca başkaları da senden kaçıyor. sonuçta sen kendine dönüyorsun. hep aynı: başkaları kaçadursun. en sonunda sen kendinden hiç kaçamıyorsun. yani gün gelir etrafta dalga geçimlik eleman kalmazsa, kurutursan herkesi, kendin pırıl pırıl seni bekleyen oluyor. ben de ne gerek var işte diyorum. kırılmalara, üzülmeye, ota boka ağlamaya. gitmeye, terk edişlere, özür dilemeye, affetmeye. bunların hepsine ne gerek var? herkes defolduğunda ortada insan kalmayacak zaten. "beton gülleri"yle de idare edemeyecekler. çünkü onlar bile açmayacak.

ben bu dünyada mutlu olmak istemiyorum. sürekli acı çekmek de istemiyorum. hiçbir şeyi  yaşamak için can atmıyorum. uyum yok. şartlar yalan. herkes her şeyi kendi yalan dünyasına oyuncak etme çabasında. yoksa kimsenin gerçekleri görmek gibi bir derdi yok. o pisse o kakaysa onu at çöpe.

işte öyle.

bu şarkının da ömrü tükenecek. o zaman da başka zayıflıkları elemiş olurum -kendimden ve etrafımdakilerden. mükemmel olur.

mükemmel.


Yüzler, oniki

İlk değildiniz siz, son olacak mısınız?
İlk değildiniz ki siz: Bağışlamadı kimse
ucunda doğduğum uzun firar çizgisinde beni.
Esirgeyin öyleyse bu yüzü, bu kasılmış yüzü
kaplayan korkuyu esirgeyin bu saydam kanı:
Sizin için aktım, aktığım tıkanık damardan -
içimden geçen gecede yoluma durun, beni
tanıyın.

Enis Batur

8 Eylül 2011 Perşembe

Beşinci Beyoğlu Sahaf Festivali / 3. Gün



8 Eylül:
Parfüm kokularını, kameraları aştım. Yine kartpostalların bulunduğu tezgâhlardan bakınmaya başladım. Bazı kitaplara artık gözüm aşina. Aslında bazı yazarları gördüğüm anda not almalıyım. Hepsini satın alamayacağıma göre isimlerini not edip araştırmak gerek. Sıradan gidiyorken tarih öğretmeni olan ismini hatırlayamadığım hocayla karşılaştık. Ben gidiyorum sen geliyorsun dedi. Biraz rahatsızmış. Ben de aslında rahatsızım diyecektim. Geçmiş olsun dedim. Gitti.
  
Kitapların arasında tartışmaya çalışan üç kişinin sesi kulağıma geldi. Ne aptallıktı. Bir kürt genç adam. Karşısında böyle bilmiş biri erkek biri kız iki genç. Kız maide suresinden örnekler verdi bir ara. Senin ayetlerinle konuşuyorum dedi bir de, hep böyle yaparlar ya: senin bir kere bile okumadığın ama bilmişlik tasladığın ayetleri sana anlatıyorum. Öğren öyle inan. Ne diyebilirim ki, sadece midem yanıyor. Çok can sıkıcı, ciddi olarak. Tam dinlemek de istemiyordum. Ama ister istemez duyuyordum. Kızla bir ara göz göze geldik. Sussanız keşke diye yarım gözle baktım. Kızda tartışırken de yüzüne takındığı bir dalga hali vardı. Ezbere konuşuyorlardı. Sinir oldum hepsine. O kürt gence de. O genç oradaki bir sahaftan biriydi sanrım. Sandalyede oturuyordu. Suriye’ye gitmiş bu iki genç. Gazeteciler midirler nedir? Yok işte orada hayat gayet iyiymiş, basın böyle gösteriyormuş. Sekiz il gezmişler, hiçbir şey yokmuş. Kürtlere kötü davranan esas aşiret ağalarıymış, onların hükmü altındalarmış. Kürt genç de, daha şimdiye kadar hiç oy vermemiş verirse bdp'ye verecekmiş. Güveni sonsuzmuş... Böyle parça parça bir sürü bir sürü şey. Çok sıkıldım. Bu arada neredeyse her tezgâhta Bekir Yıldız kitaplarına rastlıyordum. Hem de böyle altı yedi kitabı falan. Bundan ne anlam çıkarmam gerektiğini de anlamadım. Her şeyden anlam mı çıkarmalıydım? 

Dün May’dan Nazım Hikmet’in ilk şiirlerini görmüş de para bitti diye almamıştım, bugün haliyle bulamadım. burcunurcan’a Selim İleri aldım. Sonra bir sahafın tavsiyesi üzerine –adam ne tarz okuduğunuzu bilmiyorum ama çok iyi bir yazardır dedi durdu- Carlos Fuentes’in Yanık Sular hikâyelerini aldım. Birbirine bağlı hikâyelermiş. Sait hocanın bana aldığı, benim Rabia’ya verdiğim Hemingway’in İhtiyar Balıkçı’sını burcunurcan’ın okuması için tekrar aldım. Andre Gide Dünya Nimetleri’ni aldım bir de. Bizim sakin sahaftan. O kadar sakin bir adam ki bu. Tam sahaf olduğunu düşünüyorum. Gözleri de bir değişik bakıyor.

Sonra Çetin gelecekti. Ama geç oldu. Ben de döndüm. Şimdi onlar hâlâ orada. -Bir akrabası da varmış yanında. Ama şikayet ediyor, bunlar nasıl sahafmış, etiket fiyatından fazla fiyat koyuyorlarmış. Doğru aslında. Hani baba kitaplara yok diyorlar, dükkândan getirmedik diyorlar. 

Oblomov’u Çetin araştıracak. Güzel.

Midem iyi. 

Ha. Bugünün fotoğrafı da böyle.

Öyleyken böyle.

Beşinci Beyoğlu Sahaf Festivali / 2. Gün



7 Eylül:
Kalbim gibi atan bir midem var. Kitap okurken koltukta hafifçe kaykılıyorum -aslında masa başında ve dik durularak kitap okunmalı değil mi? evet öyle- kitabı midemin tam üstüne koyuyorum. Kitap nefes alıp vermeye başlıyor. Cümleler bi yukarı bi aşağı. Hasbinallah diyeceğim, diyorum da. Her neyse doktora mı gitmeliyim? Bir şey de yiyemiyorum. Kuru kalmışım, kollarım da pırasa sapına benziyormuş. Saçmalık. Gayet kendimi iyi hissediyorum. Var mı başka bişey? Yok.

Bugün fuara akşam gittik burcunurcan ile. Erken gittim biraz. Mephisto'da dergi karıştırdım. İstiklal yine kalabalık. Eskiden burada ellerinde kitaplarıyla dolaşırlarmış insanlar. Öyle demişlerdi. Şimdi ise kitap da değil insanlar kendilerini bile taşımıyorlar, yolda sağa sola savrulan bir çanta mesela ya da bütün caddeye yayılan dopdolu bir kahkaha. Tamam sustum. Zaten midemden dolayı gerçekten halim yok ve kısa yazmak için özel bir çabam olmalı.

Sahaflardaki dünkü bütün kameralar hemen fuarın yanındaki Fashion Haftası'na nakledilmiş gördüğümüz üzere. Boks sesi falan. Giderken iyiydim de sonra bir şey oldu. Kitaplara bakarken ani bir hızla midemin içine çöktüm sanki. Öylece durdum kaldım. Zaten aklımda mutsuz bir arkadaşın mutsuz mesajı sürekli. Bakıyorum ama kitaplara neden baktığımı da bilmiyorum hani. burcunurcan'ı bekliyorum aslında. Bir ara nilüfer miydi nilgün müydü, allah beni cezalandırmalı aslında, sürekli ismini unutuyorum bu kadının, kendisi tarih öğretmeniydi ve bir sahafta çalışıyordu aynı zamanda, geçen seneden tanıdığım ama adını niye ezberleyemiyorum, sorduğum anda unutuyorum, var mı böyle bir beyin? Her neyse, kendisini görünce merhabalaştık, kucaklaştık, çok sıkıca. Böyle olacağını ummazdım ama o hocayı mı desem ablayı mı desem, ne desem, gerçekten özlemişim. Biraz konuştuk. Okulu falan sordu, bana kitap öner diyecektim ama hiç halim yoktu ki. Sonra yine uğrarım diyerek uzaklaştım. İlkokul arkadaşımı gördüm bi ara. O beni gördü aslında, ne arıyorsun bakalım dedi, kitaplara dalmışken. şaşırdım. Ben bu arkadaşla birinci sınıfın sonunda ispanyol dansı yapmıştım. Şimdi kendisi Edebiyat okuyor. İki sohbet ettik öyle. Sonra görüşürüz hadi dedim, içimden de büyüyoruz oğlum dedim tabii. 

burcunurcan gelince de bakınmaya devam ettik. Bir ara dükkan önünde duran küçük bir çocuğun, sekiz dokuz yaşlarında, babasına, ortadaki sandalyeleri koydukları yerlere mescit yapsalardı ya dediğini duydum. Çocuğa baktım. O da bana baktı. Nasıl bakıştığımızın önemi yok. Sadece o kadar.

burcunurcan'la döner ekmek yedik. Dün de abimle tost yemiştik. Niye sürekli oturup bir şeyler yeme çabası içinde olduğumuza anlam veremiyordum ama döner biraz daha iyi etti sanırım. Midemi değil de, bakışlarım canlanmış olabilir. Yok hayır, yemek yemeyi unutmuyorum daha.

Fuarda kitaplar normal fiyatta. Öyle çok pahalı denmez. Faulkner -Ayı'yı De Yayınları'ndan bulduk ama almadık 10 tl dedi. Sonra Emre'ye verdiğim Sırça Fanus'u gördük. Ama almadık. Muhsin Kızılkaya'nın bir kitabını buldum ama onu da almadık. Mayakovski'nin şiirlerini sordum, az önce sattım galiba dedi genç çocuk. Oblomov'u bulamadım. Oysa rüyamda mavi bir kapağı vardı Oblomov'un. Davut abi buluyordu bana. Diyordum ki üç yayınevinden çıkmış, iyi mi peki bu, diye soruyordum. Elimdeki iyiydi güya. Ama gerçek yaşamda şuan elimde yoksun Oblomov. Her neyse. Çok abarttım seni. Acaba beğenmeyecek miyim ben seni?

Dokuz kitapla döndük. Sezai Karakoç'un Taha'nın Kitabı/Gül Muştusu - King Kong'un Naomi Watts'la harap olmuş şehirde karşılaştığı sahnede arkada çalan müzik gibiydi bu an-, Ramazan Dikmen / Afife Ablanın İncileri, Yannis Kordatos / Bizans'ın Son Günleri, Jack London Demir Ökçe, Henryk Sienkiewicz Demir ve Ateş. -QuVadis kitabıyla tanımıştım bu yazarı- aldığım kitaplar arasında...

Eve geldik işte. Midem kurbağa gibi. Bir tek vırakmalaması eksik.

Beşinci Beyoğlu Sahaf Festivali / 1. Gün



6 Eylül:
Her günü yazmaya karar verdim. Ayın on sekizine kadar bunu başarabilecek miyim, her gün fuara uğrama fırsatım olacak mı bilemiyorum. Yazma amacımı ise hiçbir şekilde belirlemedim. Sadece gördüklerimi, akılda kalanları işte...

Dün akşamdan beri aslında bir bayram havası yaşıyordum. Bir sürü kitap, bir sürü ve hepsi oturmuşlar bizi bekliyorlar. Ellerini öpmeye gidecek gibiyiz. Kiminin içi acımış şeker. Kimi bal gibi. Öyle bir şey işte.  Sabah Betül'le buluşacaktık aslında. Onunla gidecektik fuara, sonra işte Gülhane demiştik. Sonra saçma bir nedenden dolayı görüşmemiz iptal oldu ve ben birden hiçbir yere gidemeyecek bir konuma düştüm. Sonra başka bir neden, diğer nedeni de iptal ettirince abimle fuara gitme fırsatımız oldu. 

Gezi parkında değil fuar. Trt'nin arkasında. Pera Müzesi'nin oralarda. Eski Tüyap. Ama yine gezi parkındaki gibi düzenlemişler. Satıcılar alanlarından pek memnun değiller. Ama belli olmaz daha ilk gün. Vira bismillah demişler bir kere. Her şey temiz görünüyor -döküm döküm olan kitaplar bile. Düzenli bir şekilde kitap kokularını içime çekmeye çalıştım önce. Sonra hepsi üşüştü önüme. Abim hadi baksana, kitaplara bak, baksana diyordu ikide birde. O öyle dedikçe, dur bekle biraz, dur, falan diyordum ben de. Geri çekiliyordum. Ne demek istiyorsam. Şöyle bir durum evet: Bir girsen aralarına, her dükkânı taraman lazım. Tek tek. Şimdi olmaz. İlk günden biraz yavaş gitmek gerek. Saçma tabii. Param da yok ki. Diğer günler ne olacaksa. Olsun. Sadece bakıp koklamak da yeter. Sonra zaten saldırıp alıyoruz da ne oluyor o kitaplar? Tozlanıyorlar. Bekliyorlar bir köşede. Yok ama olsun beklesinler. Hiç olmamalarından iyidir.

Her neyse. Dolaşıyoruz ya. Abim İstanbul kitaplarına bakıyor, pikap fiyatları falan soruyoruz. Zaten bir iki yerde var. Ben öyle ortadan karışık. Böyle dükkânlar için çaycı geçiyor da abim dayanamıyor, çaya saldırıyor. Ben bile saldırıyorum. Çay tabağından tutarak ağzıma yapıştırıyorum bardağı. Bildiğin iyi geliyor. Bir de o kitap kokusunu duyuyorum aynı zamanda. Diğer elimle de kitapları karıştırıyorum. Hani ana yemek ara yemek tatlı gibi bir bütün. Hepsini bulabilmişsen şükret.

İşin de faydaları var elbette (hiç ummazdım aslında). Baktım da bir an aklımı kaçırmış gibiydim: Geçen seneden, oradan buradan tanıdık mıydı tanınmadık mıydı diye düşündüğüm insanlar, dükkân sahipleri; diğer yandan, yazmış mıydım bu kitabı, bi yerden tanıdık mı kitabın yazarı, zayıf bunun kondisyonu, ne kadar demişler buna acaba? sürekli bi sorgulama halindeyim. Arada da abime hava atıyorum: Bak bu kitaplar var bizim depoda.

Sonra bir baktık Murat Menteş orada. Karşıda. Lacivert pantolonu, beyaz tişörtü. Ne kadar zayıf. Abim kartpostallara bakıyordu. Abi bak tanıdın mı bu adamı dedim. Yok dedi. Kimdi dedi. Yazıyo işte deli biraz dedim. Halil Necipoğlu'nun programından hatırlayabilirdi onu ama sıkıldım o anda. Gidip gizli gizli fotoğrafını falan çekmek istedim sayın Menteş'in. Yoksa gidip de merhaba muhterem yazar nasılsınız deseydim, sonra biraz kahkaha atardım. Nitekim geçen sene Çetin'le görmüştük yine fuarda kendisini de, gitmiştik yanına, ben o zaman kitaplarını okumamıştım. Şıp diye anlamıştı zaten. Sonra da biraz hırs yaptım Çetin getirdi kitaplarını gittim okudum falan. 

Abimle kafede oturduk. Tek başıma olsam asla yapmazdım bunu. Çay içtik yine. Tost yedik. Ne saçmaydı. Çok uzun sürdü o tostun gelmesi. Niye o tostu yediğimizi de pek anlamadım. Hemen kalktık. Abim garsona sinirlendi ne geçsiniz diye. Ben o ara Nazım Hikmet'in üst üste konmuş eski basımlarına bakıyordum.

Çok yazdım tamam yeter. Her gün böyle uzun yazamam. Zaman gidiyor. Bugünden eve yalnız üç kitap taşıyabildim: Nazım Hikmet - Hikayeler, Tomris Uyar - Otuzların Kadını, William Saroyan - Ben Annemi Seviyorum.

Şimdi bugünlerde 50 kuruş 1 tl'nin normalden bin kat değeri var gözümde. Özellikle fuarın son günleri için çok çok önemli olacak, kağıtlara dönüşecek bu bozukluklar. Aşırı mutluyum bu durumda. Bunu da belirtmeden geçmeyeyim dedim.

Sonra -şimdilik eve döndük. 

12 Temmuz 2011 Salı

yalan dolan yenilgi

bugün iki defa yenildim. elimde olmaksızın. kaçırdım: iki fırsat önümden geçip gitti. arkalarından öylece baktım. önceden fark edememiştim. sadece gülüyordum. şimdi sinirimi bozan kaçırdıklarımı birer birer anneme anlatıyorum. annem de "valla hiçbir şey anlamadım." diyor, sıkılmadan her defasında. biz böyle çok iyi geçiniyoruz. sonra annem gidiyor. yanıyorum, ah aman kahroluyorum, çünkü içimde bir yerlerde ortaya çıkmaya çalışan biri var. ama hiç fark eder mi? çıkması ya da çıkmaması? üzülmüyorum yine yenildim diye. annem anlamıyorken Selim geliyor. Selim iyi ki var. Turgut iyi ki var. Esat sen bile iyi ki varsın. Yoksa böyle Selim'i kim anlatacaktı? Selim'i kim ne yapsındı? Hikmet'i ne yapmışlardı? sevgi tomurcuğu gibiyiz Selim'le. Turgut, o "şey"i Selim kız olsaydı, Selim'e anlatırdı ya, ben anlatayım diyorum. Turgut yerine. başka? var mıymış böylesi? var mıymıymış? yenilmişe ve gidene çare yoktur bizde. üzülüyor musun hâlâ? üzülmüyorum deme, tabii ki yalan. Virginia üzerine aldığı şala rağmen üşüyor mu hâlâ peki? sen üzülürken üşüyor musun? sen Sevgi misin yoksa? Hikmet'i bırakan ve sürekli üşüyen Sevgi? ne olursa olsun. ne olursa olsun. soğuk kanlı ol. onlara bir şey belli etme. Sevgi hiç belli etmedi. Bilge boşuna bağırdı durdu. bugün iki defa yenildiğini bilmemeliler. bunu bilmeyi hak etmiyorlar: hayır, bu benim karakterim, zavallı ben işte. içimde tuttuğum, dışımda tutamadığım. tam da vazgeçemediğim: insanları önemsesene (içiçiçiçinden), biraz da onları düşünsene (takıntı haline getirmeden, onların acılarına bulaşmadan), onlara adam gibi cevap vermeyi denesene (dalga geçmeden), biraz kendini rahat bıraksana, olmayacak konuları dert edinmekten vazgeçip kahvaltı etmeyi denesene, vapurda çay içmeyi denesene, yanlış otobüse binmeyi denesene.
sonra hayat niye böyle deme. yenilince sus lütfen. olmayacağını kabul ediyorum. ediyoruz. evet. edilmiştir.

bana ne: işte sen bencilciklik çukuru çizgisiz gövde. çabana kurban olduğum iyi hoşsun ama düzelmeyeceksin.

Sahra ve Serap...

Çöle bütün iyiniyetimle girmiştim.
Çöle bütün iyiniyetimle ve aptalca girmiştim.
İhanetin sarı ve sonsuz olduğunu
çok sonra öğrendim.
Beni çölden geri getirdiklerinde
uykumda pembe köpekler görüp
gülümsüyordum.

Dışarıda aşklar ve anılar bıraktım
İçerde adımlarım kısa bakışlarım uzak kaldı.
Oysa ben soğuk ve sisi sokakta kol kola bıraktım.
Kırık havaları nasıl sevdimdi, sizinle tekrar karşılaşsam
ölürüm gibiydi, oysa her şey paranoya ve şizofreniydi.
olmayacak geri dönüşleri, ayinleri size bıraktım.

Yüzümü ve anılarımı çıkaracak kadar güneşi yoktu
yazların. Ben sizi nasıl da ağır, nazlı ve dur bakalım
sevdiydim. Ben sizi sahrada yağmurları bekler gibi
beklemedi miydim. Bir gülün soluklanma vaktiydi, sonsuzdu,
pembeydi. Cam üstüne cam, oradaydım.
Beceriksizliğin kumral ve geçici mevsimleriydi,
ben size görkemli ne varsa hepsini bıraktım
ve kendi göğsünde büyüdüydü çocukluğum.

Yüzümü yok edecek aynayı buldunuz sonunda
avutun beni, çoğaltın beni, sırrınız oldum.
Hep bir şiirin sonu gibi konuştum, her dize
başka bir şiirden geldi, en son yanıtı buldum.

Oysa çocuktum, gün gümüştü, sahra sarıydı, belgesel
bir aşktı, her şeyden benzim uçtuydu. Çocuktum
şaşkınlığımdan guatrımı yuttuydum,
olurdu böyle şeyler, avuttunuzdu beni
nerenize yerleştim.

Yüzümü ve anılarımı çıkaracak kadar güneşi yoktu
yazların. Ağır ve nazlı, ben sizi develer tellâl değilken de
sevdiydim.

Var ettinizdi beni
hem de yok ettinizdi, bense bir çocuğun rüyasındaki
kartopu kadar gerçek olmak mı istedim.
Şimdi durdurun beni, indirin beni tesellimden
ey ruhum sen yola çık,
ben aklımı eski bahçeye gömeceğim.
Bu yaylım ateşlerinde yıkanıp
sana döneceğim.

Birhan Keskin

10 Temmuz 2011 Pazar

Hangi Oyunda Kim


Birinci Oyun: Her şey serin bir eylül sabahında korkunun içimize girmesiyle başlıyor. Korku bizi alıyor ve sarı ağaçların gölgesine götürüyor. Orada hepimiz bekliyoruz. Korkunun gideceğini umuyoruz. Ses çıkarmıyoruz. Ben biraz istem dışı biraz itilerek öne geçiyorum. En büyük hata bu oluyor. Öne geçince herkes her şeyi benden bekliyor. Ben de çaresiz senden çok korkuyorum. Karşılıklı korku ile büyük bir çıkmaz içine girdiğimizin farkına varmadan beklemeye başlıyoruz.

İkinci Oyun: Zaman geçtikçe canımız sıkılıyor, sen benim yanıma geliyorsun. Ben de dolayısıyla titremeye başlıyorum. Ben titredikçe sen geliyorsun ya da sen geldikçe ben titriyorum. Bir zaman sonra fark ediyoruz ki ikimiz de yoruluyoruz. -Yalan yok, ben senden daha çok yoruluyorum. Senden sonra en az iki ay dinlenmem gerekiyor. Bedenen ve ruhen.

Üçüncü Oyun: Titreme ve yorgunluk geçince, bekleme de hala devam ettiği için öflemeler ve pöflemeler başlıyor. Böyle anlarda beni alıp kaçırmanı bekliyor gibiyim. Tüm herkes bütün'lerden. Korkumuz bana cesaret veriyor.

Dördüncü Oyun: Büyük bir kumar başlıyor. Senin yanında kendim değilim. Ruhum savunmasız. Yanında bomboş duruyorum. Ölecek ya da dirilecek gibi bir şeyi bekliyorum.

Beşinci Oyun: Karlı bir aralık akşamı. Gerçek yüzler sende ve bende. Mesela sen bana ben sana, karşılıklı. Ama kimse kazanamıyor bir türlü. Neyse ki canımız sıkılmıyor: "sen nasıl bir insanmışsın? seni nasıl sevdim oysa. beni kandırdın. yalanlarınla tükenmeyen sevgimizi tükettin. pü sana püü. kahrol sen. ama yine de büyüklük bende kalsın. allah cezanı vermesin. kusarak kahrolabilirsin. ben sokaklarda ağlayacağım. hakarethakarethakaret."

Altıncı oyun: Aman Tanrım! Taş olaydım da bu cümleleri duymayaydım. Gitmem gerek. Uzaklaşmam gerek. Kaçış: öyle zevkli ki: Anlamadın, bilmedin, sevmedin, göz yaşımı silmedin -hangi şarkıydın sen? Hadi Allahaısmarladık.

Yedinci Oyun: Allah kahret, kahretsin. İçimizdeki şeytan ortaya çıktı. Korkuya sabredemedik. Beklemeye sabredemedik. Ey korku şimdi nerdesin? Yalnızlık ne acıymış meğer, kalabalıkların içinde kaybolmakmış. Daha da daha, nasıl bir şeymişsin sen yalnızlık?

Sekizinci Oyun: Vay ben. Kendime geliyorum. "Yalnızlığım benim sidikli kontesim." Gerçekleri görüyorum. Benimle alay edilmiş. Ne büyük bir yalanmış her şey. Bu yoğunluk nereden gelmiş bize? Yoğun. Çok bilindik cümleleriz şimdi. Başımızdan aşağı hırs, bencillik, bireycilik, karşısındaki parçalama istekleri dökmüşler. Peki şimdi ne olacak?

Dokuzuncu Oyun: Güvenemiyorum. Bir ara iyiydi her şey. Ya şimdi? Sen yokmuymuşsun. Sen varmıymışsın. Biz ve ben. Seni bütün dünyaya mâl ediyorum ve git gide sevimsizleşiyorum.

Onuncu Oyun: Her şey yağmurlu bir nisan sabahı bitiyor. Korku gidiyor. Biz geri dönüyoruz. Ben artık ben değilim. Ben bir bekleyen, nazlanan, seven, yalnızlaşan, güvensizleşen değilim. Ben gittim. Sen beni bulamazsın. Kaçan bir göz, uzak bir memleket. Yalancı hayaller. Her şey bu kadar.

bisiklet

ben şimdi pedal çevirerek çok önemli bir iş yapıyorum.

6 Mart 2011 Pazar

ateş

ateşin vardı. gerçekten hastaydın.
kaka bir şey yemiştin.
yatıyordun orada çaresiz ve biraz da delirmiş
ateşten. amerika'yı istiyordun
ve ilaç dolaplarını onun, ağlayarak. oradan oraya dönüyordun
bir ispanyol kalyonu kadar büyük, kıpırdatılamaz karyolada,
o panjurları kapalı ispanyol evinde,
dışarıdaki güneş çarpmış aydınlığın tahtaların arasından
baktığı, 
bir mezara bakar gibi. 'yardım et bana,' diye fısıldıyordun,
'yardım et bana.'

kendinde değildin. düşünde tırmandığını görüyor
kuyunun ağzını çeviren duvara ve uyanınca tırmanmak
istiyordun
kuyunun ağzını çeviren duvara, ulaşmak için o açık,
kestirme yoldan serinliğine suyun,
serinliğine o uzun, karanlık deliğin, en iyi yer olan
yanıp tutuşan karmaşandan
ve kaptığın yabancı mikroptan kurtulmak için. haykırıyordun
emin olduğunu
öleceğinden.
fır dönüyordum çevrende.
hastabakıcındım. iyi yaptığımı düşünüyordum bu işi.
seviyordum bu önemli rolün içerdeği krizi.
her şeyin artık gerçek olduğunu duyuyordum. birden annem
tanıdık bir ses gibi uyandı içimde.
kesin bir bilgiyle ulaştı bana. koca bir tencere çorba pişirdim.
havuç, domates, biber, soğan,
içinde türlü renklerin kaynaştığı, dumanı tüten bir iksir. bir
savak
olman gerekiyordu artık, saf c vitamininin geçeceği
bir su yolu. yeminle söyledim sana
voltaire'i vebadan kurtardığını bunun.
seni bu ağır ağır kaynayan özsularla doldurup
içini yıkamam gerekiyordu.
kaşık kaşık akıttım
bir kuş yavrusunun gagası gibi açılmış çaresiz ağzına usulca,
ustaca, sabırla her saat başı.
sildim gözyaşlarının mahvettiği yüzünü, o bitkin yüzünü
keder ve kendini bırakışın gevşettiği.
gene verdim kaşık kaşık ve sen de hayatın kendisiymiş gibi
yuttun verdiklerimi,
'ölüyorum,' diye hıçkırarak.
ağzındakileri yutmanı beklemek
için her durduğumda baktım
göstergelerine. feryadın öyle bir itmişti ki ibreleri
felaket belirtisi olan o kırmızı bölgeye
daha kötü bir şeye doğru gidecek yer kalmamıştı. düşündüm,
ne kadar hasta gerçekten? abartıyor mu? diye.
ve geri çekildim biraz,
denge olması için, simetri olması için,
kuşkucu bir sabrın içine çekildim biraz.
dayanılabilir bir şeyse bu kadar abartılması gerekli miydi?
'bırak canım,' diye yatıştırdım. 'o kadar korkma.
alt tarafı mikrop kapmışsın. büyütme işi.'

'kurtlar geliyor diye bağırma o yalancı çoban gibi,'
demekteydim gerçekte.
başka düşünceler, ürpertici tanıdık düşünceler
geldiler gerili cambaz ipini geçip: 'kurtlar geliyor diye
bağırma.
yoksa anlayamam, duymam
işler gerçekten kötüye gittiğinde.'
kolay görünmüştü
böyle düşüncelerin böylesine erken gelmelerini izlemek
bol bol vakit vardı düşünmek için: 'ağlıyor,
sanki en olanaksızı
olmuş gibi en kötü şeylerin-
çoktan olmuş ve sürüyormuş
ve hâlâ oluyormuş ve bütün dünya 
geç kalmış gibi yardım etmek için' diye. ve sonra o kör
düşünce,
kutup buzlarının altındaki canlıları koruyan uyuşma
ve bunalmış doktorları rahatlatan
nasırlaşmayla ilgili. ve o kıvrılıp bükülen düşünce,
iklimlerin bindirdiği aşırı yükle, her şeyi örten o beyazlıkla
ilgili,
şaşkın planaryaları donup kalmaya
ve top olup ölmeye iten.

aşırı bir yük binmişti üstüne. bir şey söylemedim.
bir şey söylemedim. taş adam çorba yaptı.
yanan kadın da içti onu.

ted hughes

5 Mart 2011 Cumartesi

allahu ekber-akp def ol: hürriyet

al bir yazması vardı
salınıp gezmesi vardı
dudağında sigarası 
işe gidiyor
hürriyet.

işe gidemiyor
hürriyet.
artık onların hürriyeti değil, hepimizin hürriyeti için. işe gidemiyorlar. dün (3mart) ahmet şık ve nedim şener göz altına alındı. ergenekon. neden bu. ben otogarda efe tur'un bekleme salonunda sevgili t.'ye lavabo ararken aynı zamanda televizyonda son dakika haberlerinde ahmet şık'ın göz altına alınışını izlemeye çalışıyordum. ne olacak bu göz altına alınanlar, tutuklananlar, diyordum. adalet, evet adalet desem? kendimizi mi kandırıyoruz? neyin içinden ne çıkacak hiç bilinmiyor ki. benim aklım iyice gitti artık. nerelere gitti pek bilmiyorum. zaten sinirli geçiriyorum bu günleri. yeteri kadar şiddete ve kendimi kaybetmeye meyilliyim. ülkemin geleceği bir "yalan"sa, -hayır "gerçek" bunlar, inan biraz, "gerçek"ler gördüklerin kadar "gerçek" olarak çıkacak karşına, bunun için uğraşıyorlar- her ne olursa, yalan ya da gerçek, ben efe tur'un üst katına çıkarım ve sarı plastik sandalyelerde oturmayı -sadece oturmayı -hayır arada sevgili t. ile gülmeyi tercih ederim. yapacağım bir şey var mı? var demeyin. 

bugün de taksim'de eylem yaptılar bu durum üzerine. gazetecilere (bana?), basına özgürlük istiyoruz, akp lütfen def olmalısın artık, diyeceklerdi ki dediler. otobüsten inip metroya yürürken meydan'da toplanan küçük kara kafalı karıncalardan oluşan topluluk dikkatimi çekti önce. hımm dedim. toplanıyorlar. metroya girdim, m.köy'de indim, sevgili t.'ye emanetini ulaştırdığım için görevini başarıyla tamamlamış bir ateri oyunu kahramanına büründüm, elimdeki poşeti ona vermemle içimden kuvvetli ve kara renkli bir nefesin havaya karıştığını hissettim, sevgili t. teşekkür etti, ben de sevgili t.'ye hadi git dedim, sonra tekrar metroya girdim, taksim'e vardığımda cuma ezanı okundu okunacaktı.

eylemciler yürümeye başlamışlardı. tam ezan okunmaya başladığında onlara yetişmiş gibiydim. ezanla slogan sesi birbirine karıştı. şöyle dedim:  eyleme katılanlar, cuma namazını kılanları bekleyeydiler iyi olmaz mıydı? (!) beklerler miydi? namazdan çıkacaklar katılmak isteyemez miydi bu eyleme?

kenarda durdum fotoğraf çektim. namazdan sonra üçüncü defa metroya girerek erken gelen emre ve büşra'yla buluşmak için osmanbey'e gittim. sonrası muhabbet ve iş adamı ve kocaman görünüşünün altında mantık-zeka-anlam barındıran kumral kaküllü ve sonra tavuk -emre'ninki kara ve küçük ve etsiz ve sevimsiz ve şekilsiz ve hastalıklı.

dün ve bugün hep aynı şarkı: hürriyet-hüsnü arkan-solo albümü.
dün, büşra'nın bana alacağı doğum günü hediyesini seçme mutluluğu: doğumgünü mektupları-ted hughes-yky
kapalı çarşı: 2008 dışı haki yeşili, iç sayfaları kararmış sarı tonu, tutkal ve gelecek kokulu 2 liralık ajanda.
vapur, bekleme salonu, yeni camii önü: devrimle doğanlar-gladkov-özgün yayınları.
ve sonunda kuşlar dedi ki;

haftaya kar yağacakmış, ben doğayım diye. 


3 Mart 2011 Perşembe

Sylvia Plath

"arka avlumda, sıcak, amorfik aylaklık, esin beni devindirdikçe tembelce yazarak ya da yazmayarak oturmak olmamalıydı yaşam. tersine, dopdolu bir programa göre, işi başından aşkın kişilerin sincap kafesinde çılgınca koşmaktı yaşamak: çalışmak, yaşamak, dansetmek, düş kurmak, konuşmak, öpüşmek, şarkı söylemek, gülmek, öğrenmek. 10 hafta boyunca günde 12 saati (yararlı bir biçimde) yönetmenin sorumluluğu, korkunç sorumluluğu, çok ağırdır; geniş, çevresi sarılmamış dönümlerce zamanın -uyutucu aylaklık, keyifli bir gevşeme içinde akıp gitmesi öylesine kolay olan zamanın- içine kesin bir rutin koyacak hiçbir şey, hiçbir kimse yoksa eğer. güvenli bir biçimde, saat gibi işleyen bir topluluğun üstündeki sırça fanusu kaldırıp bütün o küçük, işi başından aşkın insanların durduklarını, soluk soluğa kaldıklarını, patladıklarını, içeri dolan (daha çok dışarı çıkan) yoğunluğu azaltılmış atmosferin içinde yüzdüklerini görmeye benziyor -amaçsız havanın içinde güçsüz kollarını sallayıp duran zavallı küçük ürkmüş insancıklar. şöyle bir duygu bu: bir rutinden kurtulma. insan ona karşı korkunç bir biçimde başkaldırmasına karşın, o zaman bile, sarsılıp tekdüzeliğin dışına düşünce tedirginlik duyuyor. bende de böyle. ne yapmalı? neye yönelmeli? hangi bağlara? hangi köklere? eve dönmüşlüğün tuhaf, incelmiş havasında asılı kalmışken?"

sylvia plath'ın günceleri-2.baskı oğlak yayınları-mart 2000

1 Mart 2011 Salı

28 Şubat ve Edebiyat-Tasfiye Dergisi (Özgür Yazarlar Birliği)


Akşam üzeri Taksim'e, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ne gitmek için dışarı çıktım. Özgür Yazarlar Birliği-Tasfiye Dergisi'nin düzenlediği, 28 Şubat döneminin edebiyata etkilerinin konuşulacağı bir panel vardı. Hava çok soğuktu.Yolu kısaltmak ve geç kalmamak için otobüsten Trt binasının durağında indim. Annemin şalı, yanaklarıma batıyordu, bir tek gözlerim açıktaydı. Akşamın o saatinde kendimi korumak hatta insanları korkutmak benim için çok kolaydı. Hızlı adımlarla Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ne vardım.
*
Birçok şaire ait olan tek şiir
Oturum başkanlığını Enes Malikoğlu'nun yaptığı panelde, ilk sözü Cevat Akkanat aldı. "28 Şubat Dönemi'nde Şiirin Görünümü" başlığı altındaki konuşmasına Akkanat, Necmettin Erbakan'a rahmet dileklerini ileterek başladı. 28 Şubat'ın 14. yıl dönümüne vardığımızı belirten Akkanat, 14 yıl sonra bir panel halinde ilk defa gündeme getirilen 28 Şubat'ın postmodern bir zulüm olduğunu vurguladı."Laiklik elden gidiyor, irtica, işten çıkarmaların artması, düşünce özgürlüğü, kılık kıyafetteki kısıtlama, terör örgütlerinin dindarlığa bağlanması, tanklar" gibi kelimelerin o dönemde çokça duyulduğundan bahsetti. Böyle bir dönemde edebiyatın topluma ayna olması ve yaşananların eserlerde görülmesiyle eş değerdi. 1999 yıllarında Recep Tayyip Erdoğan'ın şiir okuduğu için hapse atılması, daha sonra başörtülü bir kızın yine şiir okuma nedeniyle tutuklanması, 1997 yılının zemininde gerçekleşiyordu.
Bu dönemi işleyen şair bulmak da azdı. Bu dönemlerde Yılmaz Odabaşı, Yılmaz Erdoğan, Fatih Kısaparmak gibi "şair"lerin şiirleri yayınlanıyordu. 2007'de Yılmaz Erdoğan: şiirimin arkasındayım, diyordu. Ece Ayhan ise, "Yapı Kredi beni tedavi ettirecek diye duydum, yalan, yok öyle bir şey dediler" sözleriyle anımsanıyordu. Cevat Akkanat, kitap fuarlarında bazı yayın evlerinin girmesinin yasak olduğundan ve katalog şairlerinin -manşet ve kapak- ürediğinden, şiirin medyatik, laik, travesti şiiri gibi isimler aldığından bahsetti. Bu dönemdeki şiir, muhalif, hakka muhalif bir şiirdi. Ortak duyuş tarzları olsa da tek bir şiir. Rahatsız etmiyor, genizden, karmaşık ve zihni bulandıran bir şiir. Kültüründen kopuk, tek bir şairin dilinden yansıyor gibi... Akkanat, bu dönemdeki şiirden "şiir denilen şey(?)" diye bahsederek şiirlerde akıcılık, ahenk, ruhun olmadığından bahsetti. Dönemin, başı dik duran müslüman şairleri (!) ise, şiirin dini olmaz söylemleriyle engin bir hoşgörü içine girmişlerdi. Cevat Akkanat, dönemi şiirlerine yansıtan şairlerden bazılarını dile getirdi: Nureddin Durman (Perşembe şiiri), Arif Ay, Cahit Yeşilyurt, Ali Emre, Süleyman Çelik, Mevlana İdris-i, İbrahim Tenekeci...

28 şubatın hikâyesi bir başörtüsü hikâyesidir
İkinci konuşmacı Beytullah Emrah Önce, 28 Şubat Dönemi'nin hikâyeyi nasıl etkilediğinden bahsetti. Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu (salondaydı), Fatma Karabıyık Barbarosoğlu gibi isimleri andı. Modernizmi anlayamadan, antimodernizmin peşinden koşan ve post moderniste atlayan bir dönem yaşandığından söz etti. Bu dönemin hikâyeleri tek bir gecede ortaya çıkmamıştı. Aşk, bu dönemde keşfedilmiş gibiydi, tasavvuf, sufi, anadolu, yerlicilik yeniden ortaya çıkmıştı. Bazı hikâyeciler için 28 Şubat hiç yaşanmamış gibiyken bazılarında -özellikle kadınların eserlerinde dönemin yansımaları görüldü. Beytullah Önce 28 Şubat hikâyesinin bir başörtüsü hikâyesi olduğundan söz ederek, Kapalı Öyküler kitabından başörtüsü yasağını anlatan öykülerden verdiği örneklerle konuşmasına devam etti. Dönemin hikâyelerinde direnişten çok çözümden bahsediliyordu. Mercek kadınların üzerinde, dönem kadınlar için kabuk tutmamış bir yara gibiydi. "peruk, açma-kapama, sorunu tanımlama, saç kazıtma, okulu bırakma, yenilmişliğin getirdiği içe kapanma" gibi kelimeler, öykülerin anahtarı niteliğindeydi. Beytullah Emrah Önce, Mukadder Gemici'nin Asla Pes Etme isimli yeni öykü kitabından da bahsetti, zaman yetmediği için Cemal Şakar (salondaydı), Ömer Faruk Dönmez gibi hikâyecilerden söz edemedi.

12 Eylülle ilgili 100 roman var
Süleyman Ceran ise dönemin romanına değindi. Victor Hugo'nun Sefiller romanıyla Fransızları sosyo psikolojik bir şekilde dile getirmesinden, Oğuz Atay'ın postmodern -80'lerden sonra anlaşılan dilinden, Cahit Koytak, Cemal Şakar, Oya Baydar gibi isimlerden bahsetti. 12 Eylül darbesi sonrası yazılarda bireysellik, cinsellik ön plâna çıktı. Süleyman Ceran, Orhan Pamuk'un, Sessiz Ev ve Kar kitaplarından da bahsetti. Vurguların kitaplarda önemli yeri olduğuna ve Orhan Pamuk'un oryantalist bir bakış açısıyla ülkesini yazdığına değindi. Süleyman Ceran, romanın şiir-hikâyeye göre daha birikimle yazılması gerektiğinden, şiir ve hikâyenin duyarlılıkla yazıldığından ve daha hızlı üretilebildiğinden bahsetti.(?) Halime Toros Halkların Eskisi, Ahmet Kekeç Yağmurdan Sonra kitaplarının ismini de andı. Çağımızda artık okumanın özellikle kadınlar için, kesin bir çare olarak görüldüğünden, oysa ilkokul mezunu bir sürü kadının da kendini yetiştirmiş olmasından, bunun kişinin tutunuşuyla ilgili bir durum olduğundan söz etti.
12 Eylülle ilgili 100 roman olduğunu söyleyen Süleyman Ceran, Hakan Albayrak'ın Ebuzer romanından bir bölümle sözlerini bitirdi: Şimdi namazlarımızı kılalım, Ceplerimizdeki parayı ihtiyacı olanlara dağıtalım, gayba inandığımız gibi bunları da yapalım, işte öneri, işte çözüm.

İslâmı camianın yanlışı siyasallaşamamasıydı 
Sakarya'da kitabevine sahip olan Kadrican Mendi, sözlerine beyaz saray fenomeninden bahsederek başladı. Beyazıt'ta İstanbul Üniversitesi'nin karşı yolu üzerinde, yeraltında yayın yapan bu pasaj: beyaz saray; karanlık düzensiz, toplumdan kendini soyutlamış cemaat yayınevlerinin olduğu bir pasaj. 1999-2001 yıllarında pasajın yıkılması camianın 28 Şubat sonrasındaki dağılışına benziyor, diye sözlerine devam eden Mendi, 28 Şubat'ı, dindar camianın toplumla yüzleşmesinin hikâyesi olarak tanımladı. Dindar camianın yayın evinden Ana'nın (Gorki), basıldığını ilk gördüğündeki şaşkınlığından bahsetti. Cemaat içinde bireyselliğin keşfedilmesiyle batıyı taklit ederek kişisel gelişim kitaplarının ortaya çıkışından, kitaplarda aşkın keşfedilişinden, Kur'an meallerinin basımından söz etti. Bu dönemde, fazla siyasallaştık, maneviyat unutuldu denkleminin yanlış olduğunu belirten Kadrican Mendi, islâmı camianın yanlışının siyasallaşamaması olduğunu söyledi. Son olarak Simyacı, Ferrarisini Satan Bilge (niye yakan / hurdaya çıkartan değil?), Doğan Cüceloğlu Savaşçı, Ahmet Kekeç Yağmuru Beklerken (Vedat Türkali'nin Bir Gün Tek Başına kitabından çalma-alma) kitaplarından bahsederek sözlerini bitirdi.
*
Salondan çıktıktan sonra Tasfiye Dergisi'nin eski sayısından aldım. Eski sayısını 2,5 liraya veriyorlardı ancak 50 kuruşları olmadığı için 2 lira aldılar benden. Yanımda başka birine de bozuğu olmadığı için, daha sonra uğradığında ücreti verebileceğini söylediler. Buradan kendim için şu sonucu çıkardım: paranın ölü bir konumda olduğu her ortam, benim evim kadar rahat ettiğim bir yer haline dönüşüyor.

Eve dönerken havanın daha da soğumuş olmasına aldırmadan yolu kısaltmadan meydana kadar çıktım. Çok fazla şey düşündüm. Bir ara başımın kocaman, öldürücü bir kaya halinde önüme düşeceğini sandım. Korktum. Geceydi üstelik. Korkmaktan da korktum. Salonda yanımda not almaya çalışan kızın, bir kitap konusu olarak türk-kürt ayrımından bahsedilirken kaleme saldırışı ve kesinlikle bir anlam yüklenmesi gereken şekilde not alışını hatırlayarak korktum. Kızın kendine, kürtlere has kokusunu duyumsadığım (has ve güzel bir koku, tiksindirici bir koku, umursanmayacak bir koku. ne fark eder?) ve bunu belirtmeye çalıştığım için kendimden korktum. Telaşlanmaya başlamaktan, ne için telaşlandığını bilmemekten, herkesin dilindeki "adalet özgürlük demokrasi" kavramlarından ilk defa korktum. Eskisinden daha çok ayrımcılığın olacağından, alınganlıkların çoğalacağından, bir saf cümleden, bin kötü anlam çıkacağından korktum. Gelecekten korktum ve hiçbir şey yapamamaktan (kesinlikle) korktum. Şu dünyada duyulacak en lanetli cümle "sen beni anlamıyorsun" cümlesiydi. Anlamamaktan, anlaşılmamaktan korktum.

Yazıyı artık bitirsem iyi olacak. Cevat Akkanat'ın panelde okuğuğu, Süleyman Çelik'in Kıt'a Dur şiiri ile...

Ses yükseldi:
Şiğiir!
Kıt'a dur!
Halk baktı sesin yönüne.
Tınmadı
Şapka düşmüştü bir kez.
Trap, trap.
Parladı
Yeniden şiir
Yürüdü
Öz göğsünden halkının.
Ah,
Ne hoştur şimdi hanımelleri
Hele erguvanlar altındaki boğaza karşı
Elif cüzüyle koşan çocuklar
Şiğiir!
Kıt'a dur!
Durur mu hiç şiir?