Sayfalar

28 Ocak 2011 Cuma

Mavi Yürüyüş ve İnsanların Kökü


Mavi ayakkabılar. Açık mavi. Gökyüzü gibi. Kış ortasında alınacak ayakkabı değildi belki, ama tamam demiştim. Tamam işte. Yine başlıyoruz. Neler görecek, neler olacak. Uzun zamana yayılacak. Belki bir sene daha bitecek ve... Abartı olabilir. Ama hayır değil. Bana göre değil. Mavi rengini aldım ve gökyüzü oldum. İster kış olsun, ister bahar, ister yaz. Ben bunu düşünmüyorum. Ben yürürken o da benimle olacak ve görecek, en önemlisi bu. İnsanın evi, kendini huzurda ve güvende hissettiği en güvenli yerdir. Dışarıda ise, her ne kadar rahat olduğumuz ortamlar olsa da, yine de benzemez eve, bir olmaz evle. O samimiyete. Bu yüzden her şeyden önce, her şeye şahit, bütün heyecanlara, üzüntülere, gülüşlere ve işte kaldırımlara şahit, insana en yakını ayakkabıları. Her gün giyersin, üzerini sık sık silmezsin, niye silesin ki büyük bir çamur lekesiyle örtülmedikten sonra? Onu kendi haline bırakmalısın. Eve geldiğinde kendini nasıl bırakıyorsan bir köşeye. Bir dakika bile olsa. Dinliyorsan yaşadıklarını söyleyeni. İşte onu da rahat bırakmalısın.

Abarttım evet. Ancak böyle. Ne yapabilirim? Bugün başka yarın başka ayakkabı ve çanta kullanmaktan nefret ediyorum. Olmuyor zaten başka türlü. Alışamıyorum. Rahat edemiyorum. 

İşte öyle bir şey.

Bir başka olay ise; 

Bugün çocuklar karne aldı. Yarı yıl tatiline girdiler. Ben de birden kendimi eski okulumda buldum. O günleri özlediğimi sanmıştım ilk başta. Ancak okula gidince, halimden memnun olmam gerektiğini anladım. Belki bir kafesti bu. Kısıtlayıcı. Sesler duydum. Bağırışmalar. Hiç değişmemişti. Ancak başka şeyler de hatırladım. Güzel şeyler. İnsan düşünüyor ister istemez. Öğrencilere baktıkça içim bir garip oldu. Küçük aynı zamanda büyük insanlar gibiydiler. Bu masumca bir gülümsemenin oluşmasının yanında sinirimi bozdu. İnsanların kökünün kurumasını istedim. Sonra baktım da, değişim var aslında. Yorgunluk var. Ben biliyorum bunu. Daha zayıf, daha tükenmiş bir nefes. Değişmeyeceğini bilmenin değişimi bu.

Başka bir olay ise;

Sınavlar bitti. Biz de tatile girdik. Gerçek bir tatil dönemine girdik. Hadi mutlu olalım. Ben ayakkabımı giyeyim.
Mavi bir yürüyüşle geçince yollardan, göremediğim bir yüzünü seçeyim, Galata köprüsünde göz kırpan neşeli ışıklardan. Neşeli ama yalancı belki. Ben nereden bileyim. Beni, ben de bilmiyorken. Ayaklarımla seviniyorken sadece ve yaşıyorken. Seni hiç görmemişken, yüzünü hiç görmemişken.Yolun sonu gelmeyecek, biliyorum. 
Ben biliyorum dedikçe onlar gülüyorlar ve aldanıyorlar sevgilerine. Yapacak bir şey kalmıyor. Bana sadece yürümek yakışır. 

27 Ocak 2011 Perşembe

Yağmurdaki Taksi



Diyorum ki;
ben birazcık sokakları öpeyim. Kaldırım kenarlarında biriken çamurlu sularda yüzeyim. Yapma ağaçların sevimsiz gölgelerinin altında bakınayım sokaktan hızla geçen taksilere. Renkler bozulsun. Bütün renkler canlılığını yitirsin. Bir tek sen parla; gözlerim seni bulsun. Trafik olsun. Tekerlekler kayıp giderken asfaltta, kendimi, beni besleyen aynı zamanda donduran, korkutan yağmurla bulayım, uyanayım. Taksilerde seni arayayım.

Diyorum ki;
iyice yavaşlasın sarı taksi. Kırmızı ya da mavi olsa ne fark eder ki. Camdan içeri uzatamıyorum başımı. Göremiyorum, seçemiyorum yüzünü. Ne işe yarar içtiğim, doyduğum bu yağmurun kara çamuru? Taksi,hey taksici! Biraz daha yavaş olabilir misiniz? Yağmur bile dökülmüyor gökyüzünden kimi zaman; bekliyor. Siz de biraz bekleseniz, gideceğiniz yere gecikir misiniz?

Diyorum ki;
sadece bir saniye de olur. Gözlerimin içine misafir ol, kalbime bir adım at. Sonra çek git, hızla, durmadan, yağmurda ıslanmadan. Ben burada olacağım hep. Sen gitsen de, bir saniyelik akıntıda, hayalinle konuşmaya devam edeceğiz. Konuşacağız. Güleceğiz. Kavga edeceğiz ve sonra barışacağız. Sen taksinde, sokağın köşesinde gözden kaybolacakken ben daha yeni selamlaşacağım seninle. Yağmur hızlanacak ve sonra ben öylece duracağım.

Diyorum ki;
bu altında durduğum ağaç, evimiz olsun. Burada ıslanmak güzel. Bak, manzara da güzel! Hey, hey! Karşı kaldırımdaki dilenci gözlerini dikmiş nasıl da bakıyor bize. Anlamıyor galiba. Bakışları rahatsız edici sanki. Bu ortamdan rahatsızsan başka bir yere gidebiliriz. Senin söyleyeceklerin önemli. Yeter ki, yoldan akıp giden taksilerden herhangi birine kapıyı çarparak binip sokağın sonuna yaklaşma ve o kahrolası caddeye çıkmak için dönemeçten saparak buradan uzaklaşma.

Diyorum ki;
sinirlerimize hakim olabiliriz. Kavga etsek de barışabiliriz. Bak işte dalmışım bu rüyaya. Ne güzel de mutlu oluyorum bu rüyayla. Kimse bir şey diyemez, konuşamaz. Biz kavga eder, barışırız, olmazsa taşınırız. Bir dilenci mi bozacak aramızı? Biz ne zorluklar atlattık. Gökyüzünden boşalan yağmura ve seni alıp benden kaçıran taksilere karşı yenilmedik. Şimdi artık gitme zamanının geldiğini söyleme bana.

İşte şimdi anlıyorum ki;
sen çoktan gitmişsin. Başa dönüyoruz. Kendi masalını, evcilik oyununu hiç unutmadın değil mi? Bana anlattın. Ben dinledim seni ve ben de unutamıyorum şimdi anlattıklarını. Bir taksi daha döndü köşeden. Yağmur diniyorken, ağaçtan önüme düşen bir yaprakla irkildim ve fark ettim, yağmurun azalarak etrafın buğusunu kaybettiğini, seni kaybettiğimi.

Ve tekrar diyorum ki;
ben burada olacağım. Seni görene dek burada olacağım. Belki o zaman da gözlerinin üzerine düşen saçlarını umursamadan rahatsız edici bakışlarla gözleyecek bizi dilencimiz. Yeni bir hikâyeye kadar burada olacağım.
Böylece düşler tazelenecek, bir masal daha başlayacak. Hayallerle olmuyormuş. Çocuklara asla anlatılmayacak bu masalın yazılmasının bir anlamı yokmuş. Soğuk duvara yaslanınca üşüyeceğim, buzlanmış düşüncelerimi anımsamaya çalışarak kurduğum düşlerin anlamsız ve işe yaramazlığını kendime anlatacağım.

15.12.2008 gibi.


Votkacı Dişçi ve "nefret ettiğim kedilerim"


Dışarı çıktım. Kedi fotoğrafları çekmek için Samatya’ya indim. Zorunlu olarak. Kedi sevmem. Hiç sevmem.

Samatya, eskiden küçük Paris olarak anımsanıyormuş, kiliseler ve camiiler yan yana denecek kadar birbirlerine yakınlar. Ermeniler, Rumlar, Müslümanlar senelerdir birlikte yaşıyorlar.

Pazarın kurulduğu sokaklardan geçiyorsunuz. Yokuş aşağı denize doğru iniyorsunuz. Balıkçılar ve restoranlardan sonra tren istasyonuna geliyorsunuz. Biraz daha yürüdüğünüzde köprüden geçiyorsunuz sahile gitmek için. Köprüden baktığınızda maviliğini ve berraklığını kışa bırakmış denizi; ufukta, sisin arkasına saklanmış gemileri görüyorsunuz.

Samatya’nın ara sokaklarında yaşayan kedilerin diğer sokak kedileri gibi bakıma muhtaç oldukları kesin. Bu kediler, rahat koşullarda ya da dışarıda yaşasalar da insanların yardımına alışmış kediler değiller. Kedilerin duruşları, onları asil yapar. Ancak sanki bu kediler insanlardan korkuyorlar ve tedirgin gibiler. Diğerlerinin yanında sahildekiler, denize karşı keyiflenebildikleri için şanslılar.

Tren istasyonunun karşısındaki dar ve çıkmaz sokakta (evlerin yıkılacağını söylüyorlardı), yaşayan kedilerin, bakıma ihtiyaçları oldukları yine bir gerçekti. Ancak bu sokakta yaşayan insanlar da böyleydi. Her sokağa, ortama göre bile yaşantılar değişiyordu.

Bir ev gördüm. Çok eskiydi, çok eski. Evin önünde bir kedi oturuyordu. Sanki evin bekçiliğini yapıyor gibiydi. Onun fotoğrafını çekerken içeriden bir adam geldi. Bu eski evin, bir dişçiye ait olduğunu söyledi. Şaşırdım önce inanmadım. İçeri girince küçük bir hol karşıma çıktı. Burada korku filmlerini anımsatacak görüntüler vardı. Eski, paslanmış, dişçilere ait, ancak kullanılmaması gereken aletler, su dolu bir bidon, üzerinde “arızalı” yazan tuvalet kapısı vardı. Ortam öyle pisti ki. Yanımdaki adam, kendisinin de dişçi olduğunu, Beşiktaş’ta çalıştığını söyledi ve bana kartını verdi. Bu eski evin sahibi sözde diş doktoru ise, votka çerez parasına diş yapıyordu. İnsanlar da ona diş yaptırmaya geliyorlardı!  Bu alkolik adamı görmek istedim. Tedirgindim. Karşımdaki adama da güvenemiyordum. Ama içerideydim zaten artık. Sonra bir kapıdan içeri girdik bana bilgileri veren orta yaşlı adamla. İçeri girdiğimizde yaşlı, beyaz sakallı adını o anda öğrendiğim Namık Usta’yı selamladık (şimdi tam hatırlamıyorum, galiba Namık’tı).  Masasının başında sözde doktor, sözde hastalarını tedavi ediyordu. Onun gibi bir yaşlı adam ve büyük ihtimalle bu adamın torunu olan bir çocuk, bu pis odaya diş yaptırmak ya da çektirmek için gelmişlerdi. Arka tarafta bir perde vardı, bir tarafta asılmış pantolonlar… Alkolik dişçiye bir şeyler uydurdum, annemin dişlerini yaptırmak için geldiğimi söyledim. Sabah 10 akşam 8 gibi açık olduğunu söyledi. Belli ki tedaviye ihtiyacı vardı. İçerisini inceledikten sonra hemen oradan çıktık. Öyle şaşkındım ki. İnsanlar buraya gelip nasıl diş yaptırabilirlerdi? Bu adamın burada diş yaparak para kazanmasına nasıl göz yumuluyordu? İnsanlar hiç korkmuyorlar mıydı?

Sonra geri döndüm. Kedi bulmak alkolik insanları bulmaktan daha kolay olmalıydı.

***

"Samatya adının kaynağı, Bizans dönemindeki Psamathion’dur. Psamthos Rumca’da kum anlamına gelmektedir. Bölgenin kumluk bir yöre olması ve sahilden kum çıkarılması nedeniyle bu adı almış olması muhtemeldir. Megaraların kumandanı efsanevi Bizas, bugün Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yerde kendi şehri Bizanstion’u kurarken Samatya’nın yerinde, bir köy bulunuyordu. Köyde balıkçılığın yanı sıra, tarım da yapıldığı tahmin edilmektedir. 
Samatya, Bizans döneminde şehrin görece az iskan edilmiş bir bölgesiydi ve burada bazı kiliseler ve manastırlar bulunuyordu."  


Sesler ve Sözler


Bülent Ortaçgil'in ve Cem Adrian'ın yeni albümü çıktı. Kaç hafta oldu bilmiyorum. Belki de ay olmuştur. Bu pek önemli değil. (Evet ay olmuş ve sene değişmiş.)

Okuldan sonra yürüyordum. Teknosa'nın önünde dinlenmek ve şarkı dinlemek büyük zevklerimden. Hem burada durup insanları da izliyordum. Teknosa bana harika imkânlar sağlıyordu, harika hediyeler veriyordu. Her zaman böyle oldu. Mephisto ve Teknosa'dan çok güzel şarkılar kazandım ben.

Bu benim için önemli. Orada duruyorum. Ben şarkı dinliyorum. İnsanlar ise gürültünün içinde. Aslında ben de onların içindeyim. Ama o anda...

İlk önce "Denize Doğru" şarkısı çalmaya başlıyor. İşte diyorum, tamamdır. Orada bekliyorum. Birini bekliyor numarası yapıyorum. Kim bilir, belki de bekliyorum. Şarkının bitmesini, yeni bir şarkının başlamasını mesela... Ama hayır. Bu şarkı, yine, tam da o kalabalığa, karşımdaki akıntıya kaybolup gidiyor.

Sonra Cem Adrian'ın "Ağladıkça" şarkısını dinliyorum. Aslında bütün meydan dinliyor ama onlar farkında değiller dinlediklerinin. Bu hoşuma gidiyor. Sonra "Hiç Canım Yanmaz" şarkısıyla tekrar Bülent Ortaçgil konuk oluyor.

Kendimi öyle iyi hissediyorum ki.

Sonrası ise... Yürümeye devam...

Bülent Ortaçgil-Sen
Acıtır*
Adalar*
Ayrıntılar*
Denize Doğru
Hiç Canım Yanmaz*
İstediğini Yap*
Niçin
Sen Sorumlusun
SenBen
Telefon*

Cem Adrian-Kayıp Çocuk Masalları
Ağladıkça*
Bana Ne Yaptın
Benden Sonra*
Bir Katilin Ellerinde*
Herkes Gider mi
Islak Kelebek
Kayıp
O Kirpik Hala Bende Sevgilim
Sen Benim*
Tanrı Aslında Sever Hepimizi*
Unutursun*
Yarim

23 Ocak 2011 Pazar

Abdi Çelebi Camii


Abdi Çelebi Camii, Çelebi Abdullah b. Abdurrahman tarafından 940/ 1533-34 tarihinde Mimar Sinan’a yaptırılmış. Çilingir, Sankiyedim, Yedimiçtim Camii isimleriyle de bilinir. II. Abdülhamid döneminde ihya edilmiş, Balkan ve I. Dünya Savaşı’nda bakımsızlıktan harap olmuştur. 1933 yılında halkın yardımıyla tamir edilmiş, ibadete açılmıştır.  Tavan göbeğinde tuğrakeş Hakkı Bey’in celî sülüs (süslü hat sanatı) hattı bulunmaktadır.

Dünyanın Bir Öğle Sonrasında / William Saroyan



Dünyanın Bir Öğle Sonrasında
William Saroyan
Oda Yayınları / Türkçesi Tarık Dursun K. /228 syf


William Saroyan'ın elimdeki romanını (Dünyanın Bir Öğle Sonrasında) değişimle Beyoğlu Kitap Festivali'nden almıştım. 


Saroyan, Ermeni bir ailenin Amerika'da yaşamış Bitlisli bir çocuğu. Çocukluğu yetimhanede geçmiş. Okulu hiç sevmemiş. Daha doğrusu eğitim sistemini. İşlerde çalışsa da yazar olmak istemiş. İçmiş. Kumar oynamış. Evlenmiş boşanmış. Aynı insanla tekrar evlenip tekrar boşanmış.

Saroyan deyince işte bir yorumda okuduğum şu cümle nasıl da hoşuma gitmişti: "Bundan sonra artık hep yazdı. Yazmaktan ve gezmekten başka bir iş yapmadı." Hikâyelerinde olduğu gibi, (Ödlekler Cesurdur / Aram Derler Adıma / Altın Çağ) şimdi okuduğum romanında da (Dünyanın Bir Öğle Sonrasında) 
aynı üslup, aynı Saroyan var. Yazın okuduğum hikâyelerden, kaybettiğim bir arkadaşa tekrar rastlamış gibi oldum bu romanı elime alınca. Kitabın daha başındayım ama yine bir keyif hakim şimdi bana. 


Saroyan, cümleleri bırakıyor kağıda. Sonra kim ne der hiç bakmıyor, tozunu savurarak gidiyor. Aksi, net, tavırlı, itirazcı, yaramaz cümleler kuruyor. İnsanı güldürüyor kimi yerde bu tavır. Anne, dede, amca, dayı bir sürü akrabanın içindesiniz öykülerde. Hiç süs müs, "Zarflarım, sıfatlarım, incik boncuklarım" yok cümlelerde. Annemle konuşuyor gibi. Tam anlamıyla yaşamın içinden. Kitabı okurken ablam gelse dünya meselesi haline getirdiği bir sorununu anlatsa bunu da kitaba ekleyebiliriz. Böyle. Bu yüzden Saroyan okumak, insana gözümüzün önündeki hayatı öğretebilir. 

William Saroyan, 1908 yılında Fresno (California)da doğdu. Çağdaş Amerikan roman, öykü ve oyun yazarı. 1939’da Pulitzer Armağanını aldı. “İnsanlık Komedisi” sinemaya aktarıldı. “Cesur Delikanlı /Ödlekler Cesurdur” “Aram Derler Adıma” “Yoksul İnsanlar” “Tracy’nin Kaplanı” “Altın Çağ” ve “Dünyanın Bir Öğle Sonrasında” dilimize çevrilen öykü ve romanlarındandır.


Alıntılar:

“Daha önce bir başkasının yazdığı gibi bir oyun yazmam. Ben oyun yazarım, hepsi o kadar.”

“O milyonlarca insandan, bir o kadarı da beyzbol maçlarını iplemiyor; demek, çağımızın bu toplum dramıyla ilgilenmeyenler de varmış.”

"Bir süre daha kendi başına gezindikten sonra otele, odasına döndü, yatağına uzandı. Dünyada bir gün öğleden sonrasında yalnızca yatağına uzanarak gözlerini yumup dinlenmek isteyen bir insan için vakit ya tam sırasıydı, ya da geçti geçiyordu."

“N’olursun, bir taksiye bin de öyle gel.”
“İstemez. Yürümeye ihtiyacım var. Uzun sürmez hem.”

“Ama para boktan bir şey.”

“Ama bir yazar için, pratikçi bir beyin hiçbir işe yaramaz, yazar da olmaz ondan. Yazarlık, iyi niyet üzerine kurulmuştur; üstelik yazar denilen kişi bu iyi niyetle dengesiz bir kumara oturur. Ben pek aldırmam buna. Yazı yazarak mutlu oluyorum, benim için yazarlığın diyeti de bu. Başka şey değil.”

“Aslında Shap’ın yaptığı, katıksız gerçek sanattı. Ne akademiye gitmişti, ne üniversiteye. Ne resim bilirdi, ne gönye. Ne gördüyse, ne öğrendiyse hep kendi başınaydı. Buna karşılık günde on dolara para demiyordu. Ona kul köle değildi ayrıca. Onurundan olmadan para nasıl kazanılır, asıl onu öğrenmişti hayatta.”

“Sen delisin. Daha da beter hem. Zır deli yani. Ne otobüsü kaçırmışlığın var, ne bir şey. Tam tersi. Yakalamışsın onu. İnmek ne kelime! İçindesin, sen sürüyorsun onu. Her şeye sahipsin, her şeyin var. Ama yine de doymuyorsun.”

“Dün gecem çok kötü geçti. Şimdi de ağzımdaki bütün dişler, sızım sızım sızlıyor. Hepsi de çürüdü galiba. Yıllar oldu, çürüdüler.”

“Hepsi de mutlu kişilerdi işte. Yani donuk, kuramcı, tutkusuz, vurdumduymaz. ‘Bir dümen tutturmuşlar, gidiyorlar.’ diye düşündü kendi kendine.

“Aynı derslikte okuyanlar, ister en ön sırada, ister en arkalarda otursunlar hep aynı havayı solurlar, aralarında sıkı dostluk bağları örülür.”

“Yeniden duydu, zamanın dışındaydı, acının ötesindeydi.”

“Bu çekirdeği ek, dedi kadın. Ek bunu, bir ağacın olur. Bir şeftali ağacın. Yaz geldi mi, dallarını şeftali basar. Çıkarsın ağaca, oturursun dalın birine, şeftali yersin güzel güzel.”

“Bu dünyada en güzel şey ne, bilir misin? Herkesi sevmek!”

“Van, hiçbir zaman anlaşılmaz bir çocuk olmamıştı. Rosey de tam tersi. Tabii, çünkü kız çocuktu; dişiydi, anasının kızıydı, karşı cinstendi. Yani, anlaşılmaz olandan, anlaşılması mümkün olmayandan.”

“Gerçekten yazar olmayı kafanıza koymuşsanız, bir daha gelmeyin buraya, hiç gelmeyin. Sizinle sokakta bile karşılaşırsak, yanıma sokulup benimle, zinhar konuşmayın. Benim gibi yapın, selâm verin başınızla, gülümseyin. Yeter bu kadarı. Siz de yazı yazmaya başlarsanız, artık birbirimiz için iki dost olmaktan çıkıp onurlu iki düşman olacağız karşılıklı. Ama, dediğim gibi, yazar olmaya pek niyetiniz yoksa, canınızın çektiği zaman gelin, evimiz size açıktır.”

“Yalnızca yürüyelim babacı’m, daha güzel değil mi?”
“Ben çok severim yürümeyi.”
“Bacakları sağlamlaştırır, güçlendirirmiş.”
“Seninkiler zaten güçlü, sağlam.”

“Şurasını da kulağına küpe yap, evin olur da içi dışı yemek kokmazsa, ev mev değildir orası. Ev dediğin, yemek kokularıyla dolup taşan yerdir. Yemek kokusuz eve, ev mi derim ben!”

“Van diye bir şehir vardır, Türkiye’de; orada olurduk. Zaten senin adın da o şehirden, Van’dan geliyor.”
“İnşallah cumhurbaşkanı seçilirsin sen e mi!”

“Parayla her dilediğini, dilediğin anda satın alabilirsin Koca Burun. Her şeyi hem. Herkesi de. Çok da pahalı değildir üstelik.”


"Elbet hepimiz bir gün öleceğiz. Ama benim için bir istisna yapılabilir sanmıştım. Şimdi ne olacak?"


19 Ocak 2011 Çarşamba

Yürümek ve Ağıt




Hayatta sonsuza kadar sıkılmadan yapabileceğim tek şey yürümek. Buna karar vermiş bulunmaktayım. Kendimi sokaklardayken çok huzurlu hissediyorum. Mesela o zaman her şeyi düşünme, yargılama, sonuca varma hakkına sahip oluyorum. Bunun zor olduğu zamanlar da oluyor. İnsan karşısında biri varken her zaman daha rahattır. Çünkü ona cevaplayamadığın şeyleri sorabilirsin, ona danışabilirsin. Kendine kalmak, çoğu insana iyi geliyormuş gibi görünse de, yalnızlık, sadece sokaklarda diğer insanlarla beraber, tek başına yürüyorken güzeldir. 


Yürürken, insanların gözlerine bakarsın bir saniye bile olsa, davranışlarını, gülüşlerini, bağırışlarını, sessizliklerini, hüzünlerini görmeye çalışırsın. Bir sürü resim çekersin beyninde. Çoğu zaman tiksinirsin onlardan. Tiksinçtir çünkü. Gördüklerin insana yakışacak şeyler değildir. Yine de bir şey yapamazsın. Yürümek senin için vazgeçilmezdir çünkü ve her güzelliğin kötü bir tarafı vardır. Belki yürürken, gördüklerine katlanmanla güzeldir yürümen.  Ya da mesela öyle anlar vardır ki... Bir ağaç ve çevresinde her akşam cik cikleyen kuşların türlerini merak edersin. Öyle cik ciklerler ki. Ya da mesela bir baba görürsün. İki çocuğu vardır bu babanın. Biri kız biri erkek. Nasıl da gülüyorlardır. Adam, yalandan koşuyordur, oyun yapıyordur onlara. Çocuklar onu yakalamaya çalışıyorlardır. O kadar canlılardır ki, onları görmek sana nasıl da iyi gelir.


Sonra bir an gelir. Bir gün gelir. O gün aslında diğer günlerin sessizliğidir.


İnsan doğar. İnsan ölür. Kiminin ölümü bilinir. Sonu bilinir. Sesi çok çıkıyorsa ve Dosto'nun da söylediği gibi eğer bir konuda düşünmeye başladığını gösteriyorsa özellikle sesi kesilmek istenir kişinin. Aslında ölen, diğerlerinin görmesi için doğmuştur. Bu yüzden görmeyi deneyenler bağırmaya başlar. Çünkü görüyorlardır ve kalbi yanar onların. İnsan için. Başka hiçbir şey değil. İnsan içindir tüm çaba. Katil vardır. Bulunması gerekir onların. Cezalandırılmaları gerekir. Adalet gereklidir, yaşam için, insanın kendine, hayatına değer vermesi için, bir sonu olması için. 


Ben yürüyordum. Hava soğuktu. Hava artık soğuk. Ellerim ceplerimde, hırkama sarınmış. Birileri bağırıyordu. “Hepimiz hrantız hepimiz ermeniyiz” diye. Ben de baktım onlara bir adım geriden. Gerideydim evet. "Adalet yoksa özgürlük yoksa barış da yok" diyorlardı. "sabah oluyor güneş doğuyor" diyorlardı. Bir sürü şey diyorlardı. Ben sessizdim. İnsanlar ölünce düşünüyordum ister istemez. Nedenleri, sonuçları ve bilinmezlikleri. Ben “hepimiz hrantız, ermeniyiz” demeyi istemedim. O, hrant’tı, o ermeniydi demek daha iyi değil miydi? Buradaki anlam elbette farklıydı, ancak yine de garip geliyordu kulağa. "Hepimiz ermeniyiz" dediğimizde mesela hepimiz kürt’üz dememiz de gerekmez miydi? Ama buna ne gerek vardı? Onlar kürt, demek yeterli değil miydi? Ben türküm, o kürt, o ermeni, o hrant ve işte onun da sesi kesildi. 


Herkes dağıldı. Ben yürümeye devam ettim. Yolumun üzerinde balıklar vardı. Köprü ve neşeli gözleriyle bana gülümseyen nokta halindeki ışıklar vardı. Balık tutan yaşlı bir amca vardı. “Kefal” dedi. “Bunlar da levrek.” Balıklara baktım. Biri yalnızdı. Çoktan ölmüştü. Öylece duruyordu. Oltaya ne zaman takıldığını, ne zaman sonunun geldiğini düşündüm durdum. 


Sonra oradan uzaklaştım. Otobüse bindiğimde aklıma "ağıt"tan başka bir şey dinlemek gelmedi. 



ağıt


kopardılar dalından yemişi

çiğnediler nalçalı topukla çiğnediler

şimdi dağların ardı kan rengi

şimdi gözlerim kanlı ve susuz

tut beni gülüm, bu benim elim

kurudu gözlerimin sevinci


oktay rıfat / ezginin günlüğü


ve güzel bir haber: sevgili r.e show tv'de işe başlamıştır.



Tamam Yeter da


Tunus'ta isyan varsa bizde de isyan var. Her gün yeni bir kavga. Muhakkak. Nedense hep iki taraf da haklı. E tabii kavga o zaman daha da büyüyor. Biri, Bin Ali gibi kaçsa, terk etse buraları o zaman sorun kalmayacak. Ama iki taraf da susmuyor, sürekli isyan halinde. 'Hayır, saçma' dedikçe, kabullenmiyor, 'iyi ki bir saçma kelimesini öğrenmişsin' diyor. Olay büyük aslında. O an için büyük, gerçekten sinir bir durum. Ne oluyorsa, o an oluyor ve sonu gelene kadar sinirle iki taraf da kendini savunuyor.
Ortada bir denge var. Ders notlarını ağzımıza yapıştıran ve ikimizi de susturmak isteyen, tamam yeter da, diyen biri var. Ne gereksiz diyor kesin. Ne gereksiz bir kavga, isyan, savunmaca. Oysa öyle değil. Mesela Tunus işte. Onlar da ayaklandılar, isyan ettiler; demek ki dolmuşlar ki ne dolmuşlar. Bir şey istiyorsan, sesini çıkaracaksın, hakkını arayacaksın. Aha bunu da söylerim. Tabii bizim konumuz, Tunus gibi değil, o kadar sıkılmadık daha, kendimizi yakıp isyan çıkarmaya öncelik edecek kadar da büyük değil kavgamız. Küçük ve gereksiz belki, arabulucunun içinden değerlendirdiği gibi. Ama öyle ya da böyle sinirlenebilir insan ve sinirleniyorsa bunu göstermek, laf dalaşına girmek de gereklidir kimi zaman.

...
On dakikada nasıl hazırlanayım ben? (On dakikada insan hazırlanabilir aslında. Bu ayrı bir şey.)
Ama öncesinden zaten hazır olman gerek. Ona göre kendini ayarlamışsındır zaten.
Hayır ama hiç haberleşmedik ki, ben gidişatı nereden bileyim hiç kontörüm yok.
Ama biliyorsun zaten, bu saatlerde çıktığımızı.
Daha önceden mesaj atmalıydın. Öyle atıyordun.
Hayır her zaman evden çıktıktan sonra mesaj atıyorum.
Hayır önceden haberleşiyorduk ama. Ben ya hazırlanmamış olsaydım, önceden mesaj atacaktın, ona göre hazırlanacaktım.
İyi süslenirdin, giyinirdin, güzel olurdun.
Evet olurdum, makyaj fön falan.
Heh.
Heh.
Tamam susun artık.
...
E tamam da sorumsuzsun işte. O zaman bu kız sana mesaj atsın.
E tamam o atsın. Hem sorumsuzlukla ne ilgisi var? Siz çıkıyorsunuz önce. Size göre çıkacağım ben de. Tamam o zaman, bu kız atsın bana mesaj. Hey, bana artık sen mesaj atacaksın.
Kim ben mi?
Sen tabii. Al işte o zaman bu kız da sorumsuz.
Ben mi?
Heh.
Heh.
Tamam neyse kesin artık, yeter da, hadi ders çalışalım.

Yazarken bile yoruldum. Neyin kavgası, ne bu? Çocukluk olabilir ya da insanız ya yorulmak istiyoruz sanırım.

16 Ocak 2011 Pazar

Zorunlu Bilgi Algısı


Aslında isteyeceğim bir şeyi, emir altında yapmak, o şeyi yapmayı istememeye de neden oluyor. Bu çok sinir bozucu bir durum. Biri desin ki, şunu yap; işte o zaman bütün dengem bozuluyor. Oysa eskiden böyle değildim. Hatta itaat etmek hoşuma giderdi. Bana bir görevin verilmesini ve onu başarıyla yapmak için çalışmak isterdim. Şimdi bana ne oldu bilmiyorum. Hem şöyle bir şey de var: Sonuçta bir şeyi yapmak istiyorsan, ne olursa olsun yaparsın. Kim ne derse desin, ister "aman istediğini yap" ya da "bunu yapmak zorundasın" desin, sen istiyorsan onu yaparsın. İstemiyorsan da yapmazsın. Bendeki bu dengesizliğin sebebi ne bilmiyorum. İstemiyorum desem, gerçekten istemesem açıkça söyleyeceğim, niye söylemeyeyim ki? Ama yaptığım iş hoşuma da gidiyor. Sonuçta işi bitirdikten sonra, çok kısa sürse de, kendimi iyi hissediyorum. Bu yaptığım şey, büyük ölçüde hayatımı etkilemiyor, bana mutluluk vermiyor belki ama yine de dediğim gibi, kısa bir süre olsa da iyi hissetmemi sağlıyor.

E o zaman?

Sana emir verilmiş veya verilmemiş, senden zorunlu istenmiş veya istenmemiş? Niye bu kadar umursuyorsun ki? Kendi halindeymişsin gibi düşün ve işini yap. Kendini çukurda hissetmeden, işkence haline döndürmeden, mideni bulandırmadan. Bari yapıyorsun, tadını çıkar!

Hrant Dink



" 'Malatyalıyım... Annem-babam ayrılmışlardı. Bu yüzden biz üç kardeş Ermeni okullarında, yetim okullarında büyüdük. Yetim okulunda evlendim. Şimdi torun sahibiyim. Bu ülkede yaşayıp bu ülke için mücadele verdim. Ermeni kimliğimle, Türkiyeli kimliğimle yaşıyorum. Böyle bir yaşam biçimi içinde ben Türk kimliğini nasıl aşağılarım?

Ermeni kimliği aşağılanmasın diye mücadele veren birisi, bir başkasının kimliğini nasıl aşağılar? Böyle şey olur mu? Amacımız nedir bizim? Farklılıklar bir arada yaşasın diye mücadele ediyoruz. Türk kimliğini aşağılayacaksam ben neden bu ülkede yaşıyorum ki? Gider uzaktan aşağılarım. Başıma da bu belalar gelmez.

Türklüğü aşağılamak suçlaması, alnıma sürülmüş bir kara lekedir. Benim için bu dünyadaki en büyük suç ırkçılıktır. Eğer ben Türklüğü aşağılamışsam, yaptığım ırkçılıktır. Bu lekeyle nasıl yaşarım? İnsan aşağıladığı biriyle nasıl yan yana yaşar? Siz Türksünüz ve ben sizi aşağılıyorum.. Peki bundan sonra nasıl beraber yaşarız?

Aşağıladığın kişiyle birlikte yaşaman ahlaksızlıktır. Namuslu davranır, çeker gidersin onun yanından. Kavganı uzaktan verirsin, varsa bir kavgan. Ama benim Türk´le bir kavgam yok ki.

Türklerle beraber yaşamayı şans sayıyorum. Şanstır; çünkü bütün Ermenilerin dünyasında Türk, bir ötekiydi, bir öfkenin adıydı. Ama beraber yaşamak, o öfkeyi ortadan kaldırıyor, ilaç oluyor. Türklerle beraber yaşamak, bizim için ilaçtır. "İçimizdeki zehir"in panzehiridir Türklerle yaşamak. Diaspora Ermenileri de Türklerle tanışıklıklarını artırırlarsa, Türklerle yaşarlarsa göreceklerdir ki öfkeleri yersizdir.

Hem Ermenileri, hem de Türkleri öfkelendiren biriyim. İki tarafa da yaranamıyorum. Bu alıştığım bir şey, önemli değil. Benim için önemli olan Türklüğü aşağılamakla suçlanmak. Böyle bir şey yapmadım ben.

Eğer Türk mahkemeleri bana Türklüğü aşağılamaktan ceza verirse sözüm var, bu ülkeden çekip gideceğim. Ama gitmek istemiyorum. Bu ülkeyi terk etmemek için eğer AİHM bir umutsa ve benim bu kararımı düzeltecekse oraya da başvururum.

Annemin-babamın mezarı burada. Atalarımın mezarı burada. Kardeşlerim, ailem burada. Ben buralıyım. Ailem burada genişledi, çocuklarım var, torunum var... Benim şimdi kalkıp buradan gitmem, hayatımı yeniden kurmam kolay şey mi? Çocuklarım ne olacak, ne yapacağım? Ama tekrar ediyorum: Ben bu lekeyle kalmam burada!' 

İşte böyle sağduyulu bir insandı Hrant Dink.
İnsanları birbirine karşı düşmanlaştırmakta olan ırkçılar, Hrant Dink´ten ders almalılar...
Böylesi sağduyulu görüşler, hangi ülkede olursa olsun, ırkçılar tarafından kabul görmüyor.
Dünyanın büyük güçleri de bu ırkçıları kendi emelleri için kullanmaktan vazgeçmiyorlar.
Vazgeçilmedikçe de böylesi hunharca suikastlar devam edecek..."

Düşüş'ün Anahtarı


Sağır bir müzisyen. Kulağa nasıl geliyor?

Kanatsız bir kuş mu, koşan bir sakat mı, kalpsiz bir dost mu, ne yazdığını bilmeyen bir yazar mı?

Beethoven'ı bir sokak başında, gece yarısı karanlığında, yürürken, belki müziğini düşünürken belki deliliğini bastırmaya çalışırken görmek isterdim. O zamana gitmek isterdim. "Beethoven Copying / Beethoven'ı Anlamak" filmdeki gibi belki de onunla kalan ve yardımcısı olan genç kadın olmak isterdim. Onun asiliğine, kavgalarına, sinirine dayanmak ve onu anlamak isterdim.

İnsan bu müziği dinlemeli ve hafif gülümsemeli, yüreği çok yüksekteyken ve işte birden aşağıya düşüyorken. İşte bu çılgınlık!

"The Fall / Düşüş" filminde de kullanılan Beethoven'ın senfonisi; tertemiz bir müziğin, ahengin bambaşka bir dünyaya ait olan anahtarı.  

Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii


Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii; Kocamustafapaşa’da, Kocamustafapaşa İlköğretim Okulu'nun yanında bulunan, tarihi bir cami. İlk başta camii kilise şeklindeydi. Kocamustafapaşa’da bulunan eski bir Bizans yapısı olan Ayios Andreas kilisesi. (Kilise, ismini, Bizanslılara Hristiyanlığı kabul ettirdiğine inanılan Hagios Angreas en te Krisei adındaki havariden almış). Daha sonra 1486’da yılında ni’me’l-ceyşten (fetihe katılan askerlerden) olan Koca Mustapa Paşa tarafından kilise, camiiye çevrildi. Sümbül Efendi’nin ismi ile Koca Musta Paşa Camii daha çok duyuldu. Şimdi de zaten Sümbül Efendi diye biliniyor.

Türbeler

Camiide; Sümbül Efendi, Serasker Rıza Paşa, Şeyh Nureddin Efendi, Safiye Hatun, Dâye Hatun’a ait türbeler ile Hz. Hüseyin’in kızlarına ait olduğu rivayet edilen Çifte Sultanlar’ın açık türbesi bulunmaktadır. 

37 Yıl Süren Şeyhlik

Sümbül Efendi 1451’de Merzifon’da doğdu. Asıl adı Yusuf. Lâkabı Zeynüddîn. Halk arasında Sümbül Efendi diye tanınmıştır. Halvetî Tarikatı’nın Cemalî koluna bağlı Sümbülîye şubesinin kurucusu. İstanbul’da yetişen büyük evliyalardan. Efdalzâde Hamidüddîn Efendi’nin öğrencisi. 1494 yılında Safiye Sultan’la evlendi. Rahime isimli kızları oldu. Merkez Efendi, onun yetiştirdiği önemli halifelerden. Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Yavuz Sultan Selim Camii’nin açılışını 1523 yılında yaptı ve ilk vaazı verdi. 1529’da 78 yaşında vefat etti. Şeyhliği 37 yıl sürmüştü. Kocamustafapaşa Camii’ndeki tekkesinin haremine defnedilip üzerine türbesi yapıldı. Damadı Merkez Efendi dergâhın başına geçti. 

Caminin üç avlu kapısı, iki giriş kapısı var. Avluda İmam odası, Erkek Kuran Kursu, kadınlar bölümü, ilim vakfı, şadırvan, sebiller, çeşmeler bulunmaktadır. Tarihi çınar ağacı türbelerin yanında koruma altına alınmış. Önemli zadların yanında hayatını Kur’an yazarak geçirmiş, hat ustalarından olan Hafız Osman’ın mezarı da burada bulunuyor. Rivayete göre minare şerefelerinde kandil yakılması adeti ilk defa bu camiide başlamıştır.


Edep Kapısı

Sümbül Efendi Türbesi ile Çifte Sultanlar Türbesi’nin arasında bir kapı var. Bu kapıya Edep Kapısı deniyor. II. Mahmud, Çifte Sultanlar’ın Türbesini yaptırdıktan sonra araya bu kapıyı yaptırmış. Ramazan’ın 15.den sonra bayrama kadar açık olan bu kapıdan, ziyaretçiler ziyaretlerini tamamladıktan sonra arkaya doğru yürüyerek bu iki büyük türbeye karşı saygılarını gösterirlermiş.



Ve Eve Dönüş

İşte böyle. Belki bu camiiyi anlatmak için boyum tahtaya ermez. Daha söylenmesi gereken sözler vardır elbette. Akşam ezanı okunuyor. Eve dönüyorum. Şimdiye kadar kaç defa geçtim acaba bu camiiden? Kaç zaman önce kimler yürümüştü burada? Her yerde olduğu gibi aslında. Tarih de bir büyü, sihir. Zamanın üzerimize bıraktığı bir yük. Bazen ağır bir yük, bazen gururumuz. Ayrım olmamalı oysa. Sadece doğruyu bildiğimize inanmamız yeterli.  









15 Ocak 2011 Cumartesi

Yedi Derste Vicdan Muhasebesi / Yekta Kopan


Yedi Derste Vicdan Muhasebesi
Yekta Kopan
Can Yayınları 2. Baskı 2003 / 175 syf


Gözlerim var, gördüklerim var, insanlar tanıyorum, onlar da beni tanıyorlar, ama beni ne kadar tanıdıklarını bilmiyorlar, onların beni nasıl bildiklerini benden daha iyi bilen olamaz, onları benim bilmem de onların kendilerini bilmeleri kadardır. Her sabah uyanıyorum, söylediklerim ve söyleyemediklerim oluyor, konuşuyorum ama aslında bazen çokça susuyorum. Bazen de susup çokça konuşuyorum. Bilincim başka diyor ben başka diyorum. Onlar başka söylüyor ben başka duyuyorum.

Benim böyle karışık anlattığıma bakmayın. Her an içimizde, çatışmalarımız, iç ve dış muhasebemiz, sonunda vardığımız yer kendimiz, kısa cümlelerle Yekta Kopan’ın öykülerinde. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, bir kitaba baktığımda hayalini kurduğum kahramanları ve olayları az çok hatırlıyorsam, cümleleri okurken uzaktaki bir yakınıma kavuşmuş gibi hissediyorsam, o kitap benim için özel oluyor. Yekta Kopan’ın İçimde Kim Var isimli romanından sonra öyküleri de farklı bir yer edindi bende. Kısa cümleler, mizah, iç monologlar. Farklı bir boyutta gibi hissediyorsunuz kendinizi. Aslında kendinizde.

Kitap Şey, Afrika’dan Çok Güzel Hayvanlar Geldi, Üç Korner Bir Penaltı,Newton’un Üçüncü Yasası, Joker, Er Ryan’ı Kurtarmak, Yedi Derste Vicdan Muhasebesi öykülerinden oluşuyor.

Şey, Üç Korner Bir Penaltı, Joker, Yedi Derste Vicdan Muhasebesi favori öykülerim.

Yekta Kopan 1968’de doğdu. İlk öykü kitabı Fildişi Karası (2000). İkinci kitabı Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri Sait Faik öykü ödülü aldı. Yedi Derste Vicdan Muhasebesi’nden sonra  Can Yayınları’ndan Karbon Kopya, Bir de Baktım Yoksun ve Marsık Yayıncılıktan Burun isimli çocuk kitabı çıktı.

Öykülerden alıntılar:

“Babam ‘şey’ denmesine çok kızar. ‘Şey’ ne diyeceğini bilemeyen insanlar için bir kaçış kelimesidir der.  Demek ki ben ne diyeceğini bilemeyen insanlardanım.”

“Ben seninle oturup Budala’yı konuşmak istedim, sen bisikletti, oyuncaktı dururken bu kadar kitap aldığım için beni bir budala gibi gördün.”

“Ben sizi önceki yaşamınızdan gelen tehlikelere karşı koruyacağım, siz de bana itaat edeceksiniz. Şimdi hep birlikte, bu güne kadar sesimizi çıkarmamızı engelleyenlere karşı… Bu son dediğimi unutun kardeşlerim, çünkü biliyoruz ki kimse bizi engellemedi, bize bizden başka engel yoktu. O zaman gelin hep birlikte kendimize karşı bir güzel uluyalım ve üç kere ‘Yaşasın ne diyeceğini bilememek!’ diye bağıralım. Uuuuu!”

“Ne de olsa doğru ya da yanlış, her sözün bir imzaya ihtiyacı vardır.”

“Başarılı bir kampanyadan daha iyi bellek silici yoktur.”

“Bir cisim ikinci cisme kuvvet uygularsa, ikinci cisim de birinci cisme aynı büyüklükte ancak zıt yönde olan ve tepki kuvveti adı verilen bir kuvvet uygular.”

“İyi de o çekirdeğin etrafındaki eksi yüklü elektronlar olmasa hiçbir atom, diğer atomlarla kimyasal bağ yapamaz ki.”

“Yardımseverlik… Bu kelimeyle yapılan açıklamalar bana yetmezdi. O insanların vicdanlarındaki bir rahatsızlıktan kurtulmak, adlandıramadıkları bir sıkıntıdan arınmak ya da çevrelerine gösteriş yapmak için çabaladıklarını düşünürdüm. Yaşım ilerledikçe birçok konuda olduğu gibi bu konudaki düşüncelerim de değişti. Bütün bu yardımların altında yatan en önemli neden korkuydu. Bir gün kendilerinin de sakatlanabilecekleri, yalnız kalabilecekleri korkusu ve kaçınılmaz olarak yaşlanacakları gerçeği.”

“Duvardaki saate bakıyorum. Dörde yirmi beş var. Kolumdaki saat ise dörde yirmi üç olduğunu söylüyor. Aradaki iki dakikanın nereye gittiğini bilmiyorum. Hangi saate inanmam gerektiğini bilmiyorum.”


"Başkasına küseceğine, kendisine gülen insanlar daha ciddidir."  




13 Ocak 2011 Perşembe

arkadaşımın aşkı


teoman'ı severim. ama sadece severim. hani öyle dinlerim arada belirli şarkılarını. geçen sene konserine gitmiştik. okulun bahar festivaliydi. akşam konsere gitmeden sabahtan z.y. ile buluşup -ki o yine geç kalmayı başarmıştı, saati öğlen etmiştik- adalarda gezelim demiştik. o, teoman'ı çok seviyordu. ayrıca onların okulunda olacaktı konser. önce adalarda dolaşacak, akşam da konserde coşacaktık. e.k, b.h.a, r.e de akşam konsere geleceklerdi. onlar da teoman'a bayılıyordu. hele b.h.a posterleriyle yaşıyordu.

adalarda bisikletle tur attık, yorulduk, güldük, müzik dinledik. çılgınca bir gün geçirmek z.y'nin hayatta en büyük mutluluğuydu. işin çılgın tarafı adalara gitmemiz değildi elbette. adalardan sonra insanlar eve gider, dinlenir ve ada yorgunluğunu bir gün sonra üstlerinden atabilirlerdi. ancak konsere hazırlanıp gidenlerin  yanında biz zaten günü bitirmiş sayılıyorduk. evdekiler ve direkt konsere gelecek olan e.k'lar delisin, saçmasın demişlerdi bana. ne var ki z.y ile biz hayatımızdan memnunduk. güzel bir gün olacaktı ki oldu da.

sıcak ve yorucu ada gününün ardından z.y ile konsere gittik ve diğer arkadaşlarla buluştuk. bisikletten küçük morlukların oluştuğu bacaklarımla konserde zıpladım. genç insan gibi davranmak istedim. yorulabildiğim kadar yoruldum.

konser bitti. ama eve gidemedik. metrobüsler doluyor, ancak ilerlemiyordu. o kadar kalabalıktı ki. annemlerle olan garip telefon konuşmalarından sonra r.e'de kalmam daha sağlıklı oldu. b.h.a'nın babası arabayla gelip onu aldı.

haftaya da sertap erener'in konseri vardı. ona gitmemeye yeminlenmeye çalışırken hiç de böyle olmadı. ona da gittik. e.k'yı sinir eden polenler vardı. ayrıca o kadar kalabalıktı ki, e.k ile r.e başka yerde b.h.a, z.y ve ben başka yerde konserde zıpladık bu sefer.

bunun haricinde 2010 içinde ezginin günlüğü, yansımalar ve e.k ile hadise konserine gitmiştik.

bu sene ne olur bilmiyorum ama her şey bittikten sonra içimde bir ağlama isteğinin oluştuğunu hissediyorum. bunun yerine konserlere hiç gitmeme kararı almayı da istiyorum. ama olmuyor elbette. eğer bu sene de gidersek bir yerlere, belki "bizimkilerle her şey güzel" diye, yine gideceğimdendir...


teoman'la başlamıştık söze değil mi? geçende sevgili e.k, bana teoman, yan tiersen, bedük albümleri falan getirdi flash'ta.

teoman. ahlâksız falan ama n'apayım. 1 erkek 1 kadın. mavi kuş ile küçük kız. elveda. uçurtmalar. işte gel de öl. o kadar beğeniyorum ki. teoman'ı sadece dinlemiyorum artık bu şarkılarda. konsere gittiğimde bile hissetmediğim bir şey bu. sesi işte kulağımda.

ne var ki... teo, senin için b.h.a'dan vazgeçemem. hem bana daha istatistik anlatacak zekiye arkadaşım.

kısacası arkadaşımın aşkısın teo. yapabileceğim bir şey yok.

1 kadın 1 erkek şarkı sözleri

sözlerini unutmuş
en sevdiği şarkının
bakmış
ne geçmiş geçmiş
ne gelecek gelecekmiş
uçmayan kuş
kesmek bıçak
hiç atmayan bir kalp
iki yalnız bir gemide
anısı var sadece

o şarkıydı aşk anlatan
sözcüklerin kölesi olmadan
çekti ciğerine dumanını
son sigarasından
dayanmştı
daha da dayanırdı
ama ne gerek vardı
hiçbirini seçemedi sonunda
kelimeleri önüne yayınca

bazen aynı değildi
iki aşın hikâyesi
arada ışık yılları vardı
karşıdandı akıntı
belki de her şey biterse
bir şey başlardı
ama o hiç konuşmadı
sadece baktı

kadın ağlar
erkek bakar
kadın duyar
erkek duymaz
kadın sorar
erkek susar
kadın gider
erkek içer

mihrişah hacı kadın camii


mihrişah hacı kadın camii; kocamustafapaşa semti, hacı kadın caddesi, abdi çelebi mahallesi'nde.

ilk istanbul kadısı hızır bey tarafından 1527'de yaptırılmış. mimarı bilinmiyor. camii, "hızır bey mescidi" olarak da anılıyor. bazı kaynaklarda camiyi vezir iskender paşa kızı mihrişah sultan'ın yaptırdığı ve kabrinin camiinin mezarlığında bulunduğu söylenir.

1968 yılında cemaat yeri ve kadınlar mahfili eklenmiş. caminin bahçe içinde iki katlı meşrutası var. 

12 Ocak 2011 Çarşamba

Acı




Acının, kalbinden vücuduna doğru yayıldığını, zehirli bildiği duygunun, artık bir volkan gibi patlamaya hazır olduğunu hissetti. Hiç bilmediği bir acıyla senelerce yoğruldu, bu acının içinde düşünceleri şekillendi, yaşamayı acısıyla birlikte öğrendi. Öğrendikleri kimi zaman ona yeni bir yol çizmesi için fırsat olarak göründü önünde. İstemedi. Kendini düşündüğünden değil, olmayacağını biliyordu, kıyamıyordu, yapamazdı ve şimdi kalbi artık dayanamıyordu sayfalara. Bu bir kaçış, vazgeçiş değildi, asla değildi. Sadece acının içinde kaybolmak ve artık onunla yoğrulmak istemiyordu. Zarar görecek olan duygunun, zehre dönüşmesi onun için ölüm olacakken, şimdi hiç değilse yaralı bir şekilde hayatını devam ettirebilirdi. Bu acının kalpten vücuda yayılması iyi bir şeydi o zaman. Gözlerine ulaşınca acı, fark etti yanaklarının ıslandığını. Yanakları kıpkırmızıydı, biliyordu. Göz yaşları soğuk, yanakları kor, yanan kalbi artık dayanamadı. Oysa, hatırladı. On üç yaşındayken ağlamıştı en son. Göz yaşlarını tanıyamadı. İnatla, sanki kendini anlatmak için her damla vazgeçmiyordu ardını kesmekten. Bir suçlu olduğunu düşündü, dinlediği şarkıları düşündü, ona ait olan hayatını ve onun duyumsayamadığı düşüncelerini düşündü. Kesin bir cümle istedi, bulamadı. Takılı kaldığı aynılık onun için vahşetken, artık dayanamıyordu işte. Gözyaşlarını bile tanıyamaz derecedeydi. Ağlamazdı, ağlamak için artık çok geç olduğunu düşündü.

Bir sigara dumanının ona iyi geleceğini biliyordu. Ancak bu duygudan kaçmak değil onunla yüzleşmek istiyordu. Ne olacaksa hazır değilse bile görmek, duymak, bağırmak istiyordu. Konuşmak için artık çok geç olduğunu biliyordu, ağlamak gibi… Bağırmak ve sadece bağırmak. Şarkılarını düşündü. Eşit şekilde dağıtılmış sevgilerini. Sevgilerinin içinde yer alan şarkılarını. Zarar vermek istemedi şarkılara da, yazdıkları gibi kaldırdı onları hiç bilmediği bir yere. Bir daha kuramayacağı cümlelerin arasına. Ve sevmek dedi. Aşk değil. Aşk bambaşka aşk bambaşka! Onu hiç karıştırmayın olur mu? Sevgi. Sevginin insanı zehirlediğini gördü, sevdiklerine karşı daha çok merhamet duyduğunu ve vazgeçemediğini anladı. İnsan sevdiğinden niye vazgeçer ki? Bu zehirden kurtulmak için. Yoksa insan olduğunu hatırlatırdı bu zehir ona. Ve biterdi bazı bitmişlerin üzerinde bekleyenler de. Bunun için direnmek istedi.

Anlatmak istedikleri tıkanınca boğazında umursamadı bu durumu. Böyle olsun istedi çünkü. Olanlar kendi isteğiydi.

bir melek diliyorum



ilk önce rafet el roman'ın "leyla" isimli şarkısını dinledim. çok seviyordum eskiden. şimdi ise hiç beğenmedim. sonuna gelmeden kapattım parçayı. bu biraz kötü hissettirdi bana. çünkü leyla'nın hiçbir zaman eskimeyeceğine inanıyordum.

ardından aklıma "bir melek diliyorum" parçası geldi. onu da eskiden çok severdim. şükür ki, onda değişen bir şey yok. hâlâ beğenmeye devam ediyorum. ama bundan bir beş-on sene sonra ne olur bilemiyorum. şarkının sözleri çok güzel. belki rafet yerine başkası söylese ve daha başka bir müzik kullanılsa daha da güzelleşir şarkı. şimdi böyle düşünüyorsam, yine de sevmeye çabalıyorsam, demek ki ileride "bir melek diliyorum" da sözlerine rağmen tarihe karışacak.

ya da şöyle diyeyim. bu sözlere rağmen gerçekler tarihe karışmadı mı zaten?

cici papa


malzemeler:
*yumurta
*ekmek
*bir de süt veya yoğurt (alternatif bunlar canım)

bayat ekmek olabilir, olmaya da bilir. ekmeği alıyorsunuz dilimliyorsunuz. sütünüz varsa yumurtayla sütü karıştırıyorsunuz. (süt yumuşak yapıyor ekmekleri. yoksa sağlık olsun.) sonra ekmekleri yumurtaya buluyorsunuz. sonra da yağda kızartıyorsunuz. böylece mis gibi yumurtalı ekmekleriniz oluyor. buna da cicipapa deniyor. cicipapayı kahvaltıda ya da acıktığınızda isterseniz reçel, peynir, domates, zeytin ve çay eşliğinde kıtır kıtır afiyetle yiyorsunuz.

sessizlik hikâyeleri / mehmet fehmi imre


sessizlik hikâyeleri.
mehmet fehmi imre
1.baskı iletişim yayınları nisan 1994 / 127 syf

insanı alıp başka yerlere götüren altı hikâye. insanın içini burkan, kalbine dokunan hikâyeler. kimine karışık gelir, kimi ne şimdi bu hiçbir şey anlamadım diyebilir, cümle sonlarında olmayan noktalama işaretlerinden kimi de rahatsız olabilir.

sessizlik hikâyeleri'nin belirli bir okuyucusu vardır bence. yani bu tarz öyküleri herkesin seveceğini ve okuyacağını sanmıyorum. şimdiki ruh haliyle okusa ne der bilmiyorum ama, iki sene önce sevgili e.k'ya bu kitabı tavsiye etmiştim. o da merak ederek almıştı. okuduktan sonra allah seni kahretsin, bunu mu bana tavsiye ettin, bu mu harika diye bana kızdı. ilk okuduğumda çok beğenmiştim kitabı ancak, üzerinden çok zaman geçmişti. sevgili e.k'ya ne diyeceğimi bilemedim bu yüzden. geçenlerde elimde olmadığı için, e.k'dan kitabı alıp tekrar okudum. şimdi aradan geçen dört sene itibariyle kitaba karşı beğeninin yanında bir hüznümün de oluştuğunu hissettim. böylece bu hikâyeler güzel olmasının yanında benim için özel bir yere de sahip oldular.

mehmet fehmi imre bunu nasıl yapıyor bilmiyorum ama insanın beynindeki ve kalbindeki iç mahkemesini, yalnızlığa mahkum olmayı seçmiş insanları, karışık gibi görünen ancak hepimizin içini yansıtan samimi cümlelerle anlatıyor. insan okuduğunda bir başlangıç ya da bir son bulamıyor belki öykülerde. sanki bir şey anlatmıyor, sanki durup dururken bitiyor. tekrarlanan cümleler var. bu başka bir şey. noktalama işaretlerini kaybediyor yazar, cümleler gidiyor kaçıyor söylüyor, kendine anlatıyor sadece. sessizliğine haykırıyor. sonra susuyor. bu başka bir şey.

bahsettiğim gibi altı öykü var kitapta: gözyaşı, tebessüm, sonsuz, büyükada, yolculuk, düello.

en beğendiğim öykü büyükada. tam bilemiyorum ama büyükada öyküsüyle oğuz atay'ın korkuyu beklerken öyküsünü benzettiğimi ya da iki öykünün birbirini anımsattığını söylemeliyim. büyükada öyküsünde bir adam bulduğu mektupları, ada evinde çözümlemeye çalşırken; korkuyu beklerken öyküsünde ise bir adamın eve gelen yabancı dille yazılmış bir mektubu çözümlemesi çerçevesindeki yaşantısı, tercihleri, olmak istediği, olmak istemediği halleri, ruh hali, sonunda topluma mal edilen ancak başta toplumdan uzak insan modeline göre anlatılıyor. -biraz karıştı galiba.

kitapta büyükada öyküsü favorimdir. cümleler okuyucuya yabancı değildir ancak gelip taş gibi yüreğe oturur ifadeler.

yolculuk öyküsünün ayrı bir yeri var. vapur macerası. bir kız. bir yaşlı. bir genç adam.


sonsuz öyküsü bir rüya, bir masal, bir martı kanadına takılmak ve uçmak uçmak gitmek özgürce...

mehmet fethi imre 1957 ankara doğumlu. piccadilly'nin kırmızı ışıkları (1984) 125 adet satmış. gerçeğin fantastik tahayyülleri (1985), roman manuel ortega'nın kitabı (1986), yüzyetmişaltı yıl (1992) isimli kitapları var. cennet ve cehennem isimli öyküleri ise sessizlik hikâyeleri'nden sonra çıktı yanlış bilmiyorsam.

ve kitaptan alıntılar:

büyükada öyküsü'nden:

"27 eylül 1902
gözbebeğim


kelimelerin mutlaka kifayetsiz olduklarını daha önce söyleselerdi bana hiç umursamaz daha başka ne anlatmak isteyebiliriz ki derdim hiç kendime yakıştıramayacağım bir bencillikle. ama kelimeler kifayetsizler ve bu kifayetsizlik bana acı veriyor.


senin için başka ne diyebileceğimi düşündüm. ancak yüreğim diyebilirdim ama bu kelime de hiç hakkım olmadığı halde seni yüreğime hapsettiğimi hissettirdi bana ve sadece seni gördüğüm sadece senin yolunu gözlediğim için gözbebeğim dedim, gözbebeğim gözbebeğim.
artık yaz bitti ama ada hâlâ yazı yaşıyor ve bu gece bütün ağustos böcekleri seni çağırıyorlar, hepsi sanki sadece senin için şarkı söylüyorlar.

sen gideli kaç gün oldu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, günler geçecek ve bir gün yine bembeyaz elbisen bembeyaz pabuçların ve o güzel bembeyaz şapkanla geleceksin, vapurdan inen kalabalığın arasında hemen göreceğim seni, bembeyaz dişlerinle gülümseyeceksin bana ve sabırsızlıkla sarılacağız birbirimize aradan bir gün geçmiş olmasına rağmen sabırsızlıkla sarılacağız birbirimize..


ev sanki hiç kimse yokmuş gibi bomboş, sanki yıllardır kimse yaşamamış gibi bomboş. tek tek senin ayak izlerine basarak dolaşıyorum her odada konuştuklarımızı hatırlayarak dolaşıyorum ve birden seni görüyorum karşımda şaşırıyorum, seviniyorum.


sanki senin sevdiğin o kağıt kokusu seninle beraber gitti, ev artık hiçbir şey kokmuyor, parfümlerim bile kokmuyor, her şey seninle beraber uzaklaştı gitti, kaç gün oldu hatırlamıyorum, hatırlamıyorum.


hasretin bir kor gibi yakıyor avuçlarımı, ellerini görüyorum avuçlarımda, dayanamıyorum.


başkalarıyla konuşmak seni düşünmemi engelleyeceği için artık kimseyle konuşmuyorum, kitap bile okumuyorum, sadece bahçede sararmış otlar arasında gezinmek, arasıra ceviz, kestane bularak onları serçelere ikram etmek yetiyor bana.


geleceksin değil mi?


daima senin 
eugenie"

"3 haziran 1934
gözbebeğim


kanatlanmış kanaryalar gibi sıklamenlere seni sordum bu gün. hepsi bir den önce kıpkırmızı oldular, sonra erguvan rengine büründüler ve şimdiye kadar hiç duymadığım bir şarkıya başladılar.. ne güzel bir şarkıydı sanki sen söylüyormuşsun gibi sanki sen bana söylüyormuşsun gibi güzel geldi bana birden ve dinlemeye başladım. hiç susmadan uzun uzun şarkı söyledin bana bu gün. ne güzeldi. birden birisi havalandı ve yanağıma bir öpücük kondurdu, gözyaşlarını görmeye dayanamıyorum dedi bana, gözyaşlarını görmeye dayanamıyorum dedin bana ve elimi tuttun güzel ellerinle gülümseyerek.. gülümseyerek gözlerime baktın ne olur ağlama dedin bana.. ağlamıyorum dedim gülerek, bu güzel şarkıyı dinliyorum sadece. öyle güzel bir şarkıydı ki ceviz ağacına yuvalanmış bütün serçeler de birden susup uzun uzun dinlediler..
sonra birden hava karardı, güneş ağır ağır uzaklaştı, belki mahzun belki sevinçli.. 
...
sadece seni düşünerek yaşıyorum ama sen sakın bilme bunu..
geleceksin değil mi?


daima senin
eugenie"

ve diğer öykülerden alıntılar:

gece yürüyüşlerimde çok ağır yürümek vazgeçemeyeceğim bir adetimdir, aslında her zaman çok ağır yürürüm sanki hiçbir işim yokmuş gibi ve bir işi varmış gibi yürüyen insanları o anda oturup seyretmeyi çok severim.
*
yeni eşyadan nefret ederim, yeni eşya yeni tanışılan bir insan gibidir anlaşabilmek için uzun zaman gerekir, anlaşınca da tozlanmış ve sararmış hale gelir o vakit ne lüzum var diyerek eskiydi eşyam yeni de olamazdı zaten gereksiz bir ayrıntı yüzünden. gereksiz ayrıntılar gözümü yorarlar.
*
hayatın getirdikleriyle ölümün getireceklerini kıyasladığımda hiçbiri ağır basmıyor, o zaman? o zaman beyhude harcanmış çabalar bir gün hiçbir şey kalmayacağını bile bile yapılmış evler gibi birer birer yıkılıyorlar gözlerimin önünde yerle bir oluyorlar toprak atılıyor üstlerine kokmamaları için. 
*
yavaşça kalınlaşan kırmızı bir çizgi bütün ince çizgileri kapattı yavaşça geride kalan zamanda.
*
ne güzel bir gece. öyle sessiz öyle sakin... sanki birden gelecek hiç duymayacağım birden belirecek karşımda geldiğini duymadım diyeceğim kimse duymaz diyecek gülümseyeceğim halbuki yıllardır bekliyorum halbuki yılardır bekliyorum üstelik duyuyorum da geliyor duydum dersen korkar sanıyorum korkar ve nerede olduğunu bilmeyen bir kaplumbağa gibi kabuğuna saklanır yine.