Sayfalar

8 Şubat 2011 Salı

çöreklerim ve son on beş dakika'da söyleşi


şimdi önümde küçük not defterim ve ayşe'nin hediye ettiği mini boy tiydem yayıncılık "parmak sözlük" osmanlıca türkçe sözlüğü var.

akşam üstü yazarlar birliği'nde (sultanahmet, simit köşkü karşısı) fatma karabıyık barbarosoğlu'nun programı vardı. gitmeyecektim önce. annemle öğlen dışarı çıkmıştık, alışveriş yapmış bana geleceğe dönük bordo ince bir penye almıştık. eve gelince arzu ablalardan aldığım tarifle tuzlu çörek ve tahinli kurabiye yaptım. bir yandan akşam programa gidip gitmeyeceğimi düşünüyordum. canım fevkalade bir şekilde kitap okumak istiyor bugünlerde. bu yüzden kurabiyelerden sonra karın ağrımı dindirip kitap okumaya devam edebilirdim. ama ayşe erkenden yazarlar birliği'ne gitmişti. onun mesajlarıyla gidip gitmemek arasında kalıyordum, yağlı ellerim ve unlu yeni bordo penyemle.
mutfaktan çıkınca tam bir saniye düşündüm, gitmeye karar verdim. biraz geç kaldım ama yetiştim. fatma ablayı seviyorum. fatma abla diyorum çünkü, fatma barbarosoğlu'nun yeri başka. her kitabını okumadım ama televizyon programlarında konuşmalarından da onun "şapkasız harfler"e alerjisi olmadığını anlayabilirsiniz.

fatma barbarosoğlu yazmaktan bahsetti. gazete yazarlığının onun için bir egzersiz ve aynı zamanda kurtuluş olduğunu belirtti. kurtuluş, çünkü gazete yazısı yazıyorum dediğinde mesela ütü, yemek gibi işler bekleyebiliyor.
"Gazete yazarlığı yazıya karşı insanın egzersiz yapması gibi bir şey. Gazeteyi bırakırsam edebi metin yazmayı da bırakırım... Yarın benim yazı günüm. Gazete yazısı yazdıktan sonra gazete yazısı yazma numarası yapmak zorundayım..." Ahmet Hamdi Tanpınar ona yardım etti yorumunda.

son kitabını, son on beş dakika, bir sabah vaktinde bir caddede birbirine sarılarak yürüyen ikisi de kot pantolonlu ve beyaz gömlekli gördüğü iki gençten etkilenerek yazmaya başladığını söyledi fatma barbarosoğlu. bu gördüğü iki gencin son davranışları, hikayenin başlamasına neden oluyor aslında. "hikayeler sondan geriye doğru yazılıyor." sonu, başını doğuruyor yeniden. her zaman bu böyle.

fatma barbarosoğlu, her şeye çok şaşırırmış. kendiliğinden merak ve gözlem. bunlar önemli. insan çıkıp özellikle ben şimdi bir şeyler gözleyeyim diyemez!

sonra bakıyorum. yazmak mı yaşamak mı diyor biri. hangisi. nefesimi tutuyorum. fatma barbarosoğlu yaşamak diyor. yaşasaydım yazmazdım diyor, başka bir röportajda söylediği gibi. içim burkuluyor. bir kadın yazmanın özelliğinden, herkese nasip olmadığından bahsediyor. fatma barbarosoğlu'nun sıra arkadaşıymış. yaşamak diyoruz ama, yaşamak.

"zarifoğlu hangi yemekleri severdi? özellikle sevdiği bir yemek var mıydı?"
bu soruyu hatırladım şimdi. eşi, ona cahit abi diye hitap eden, biz de öyle diyoruz ya, işte o "canımm"ları ağzından eksik etmeyen insan, "bir şey seçmezdi, her şeyi yerdi." diyor cevap olarak. benim aklıma bir bölüm geliyor yaşamak'tan. tam hatırlayamıyorum elbette şu cümleleri: "Şimdi açım. Açlığa ve yürümeye dayanıyorum. Günahtır belki söylemesi ama açlıktan tat almaya veya ona aldırmamaya başladım. Bu arada artık yürümek lazım. İstanbul büyüktür."
ben bakıyorum öylece. ağlama isteğim çoğalıyor birden. soru sahibine ifadesizce bakıyorum.

yaşamaktan geldi söz. yaşayabilmekten. o yüzden anımsadım ben bunu. yaşayabilmek ve bunu yazabilmek çok zor. ikisinin bir arada olması.

ben kitaplarından medyasenfoni'yi çok severek okumuştum. mide bulandırıcı medya. ve hatırladığım muzip bir dil. senin hikâyen, iki kere okuduğum öykü kitabı. eski basımını ve yeni basımını. niye böyle bir şey yaptığımı bilmiyorum. sonra uzak ülke vardı. henüz okumadım. bir hafta içinde okumak zorundayım. kitap teslimatını yapabilmek için.

fatma barbarosoğlu'nun programın sonlarına doğru söylediği bir sözle yazıyı bitiriyorum. fazla bile yazdım:

"sanat icraat edebilmek için zaman satın almak şart."

-niye fotoğraf çekmedim ki :(

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder